Meraklısına not: Bu hikaye bundan 2 hafta önce yazılmış, taslaklarda düzeltmeler için tutulmuş, gel gör ki bu kadar kör gözüne parmağım olacağı hesaba katılmamıştır. Bu yüzden de bir tür lanetin içindeymiş hissi verdiğinden anında yayınlamaya karar verilmiştir. İyi okumalar falan, amin.
Ben o değildim. O kapının önünde yere çöküp, sırtını kapıya başını da dizlerine yaslayıp hıçkırarak ağlayan ben değildim. Değildim çünkü o sırada ben, olanları dışarıdan izliyordum. Kelebek tokasından kurtulan kızıl saçları, her hıçkırdığında omuzlarına dökülen o kadını izliyordum. Bu sahneden iki dakika öncesine kadar bir adamın koynunda yatan ve yattığı yerde nefes dahi almaya korkan o kızıl saçlı kadını izliyordum ve bas bas bağırıyordum: Salak mısın sen! Salak mısın?
Bağırıyordum çünkü gerçekten salak olduğunu düşünüyordum hatta emindim. Eğer olmasaydı, bir yıl önce kendisini bir bar kapısının önünde terk eden bu adama dönmezdi. Bu adam ki onu İstiklal Caddesi’nin ortasında piç gibi bıraktığı o gece, açıklama dahi yapmadan sadece “yapamayacağım” deyip gitmişti. Bu adam ki ona o güya hüzünlü, kalbi kırık, yaralı adam havasıyla söylediği “yapamayacağım” dan iki ay sonra Cihangir’de bir kafede sarışın bir orospuyla öpüşüyordu. Tamam, tabi ki kadın orospu olmayabilirdi ama ne yazık ki o gün, o saatte ve o dakikada gayet orospuydu bizim salak kızılın gözünde.
O gece o sokakta kalışının piçliği; birkaç saat öncesinde adama aşık olduğunu söylemesinden kaynaklanıyordu. Yanında sırt üstü uzanmış adamın sakallarını severken, gözleri dolmasın diye alt dudağını kemirmeye ara verip hızlıca “ya ben sana aşık oldum” deyivermişti. Hah iyi bok yemişti! Bundan sadece birkaç saat sonra adam koşarak hatta utanmasa uçarak terk etmişti bizimkini.
Sonra mı? Sonrası şöyle: uzunca bir zaman, neredeyse bir yıl hep nefret etmişti. Derin derin nefes alan erkeklerden, sabahları aç karnına Türk kahvesinin yanında sigara içmekten, Anadolu Hisarı’ndan, Beşiktaş’ta ki balık çarşısından, Galata kulesine inerken hemen köşede ki küçük çaycıdan, kızmabiraderden, kırmızı şaraptan, hardallı patatesten, western filmlerinden, ilkbaharda her sokak köşesinde ki çiçekçiye saçılan nergislerden nefret etmişti. Saat takmayı bırakmış, evde ki tüm takvimleri çöpe atmıştı. Ev telefonunu, e-mail hesabını kapatmış hatta hızını alamayıp apartmanda ki posta kutusunu kilitleyip anahtarı da sahilden denize fırlatmıştı. Cep telefonunda ki sim kartını kırmış, hafızasını da olduğu gibi boşaltmıştı. Bütün bunları olur da ona ulaşır diye korktuğundan değil; tersine ona ulaşmaya çalışmadığını görmemek için yapmıştı.
Depresyonu, huzursuzluğu, uykusunun her gece aynı saatte tam ortasından bölündüğü geceleri, bir yaz bir de kış mevsimini atlattıktan sonra bir sabah kalkmış, evinin hemen altında ki kuaföre gitmiş, saçlarını kızıla boyamış ve normal hayatına dönmüştü. Ta ki bir hafta öncesine kadar…
Bir hafta önce bir akşamüstü kapısı çaldı. Bu salak olduğu kadar da şaşkın kızıl, o anda kapının gözetleme deliğine bakmayı akıl edemediği için pat diye kapıyı açınca; tam önünde dikilen adamla karşı karşıya kaldı. Ah halini bir görmeliydiniz. Kapının kolunu tutan elinden başlayarak bütün vücuduna yayılan beyazlığın üç saniye içinde nasıl kırmızılığa dönüştüğünü görmeliydiniz. Titrediği anlaşılmasın diye bacak kaslarını kasarak ve yıkılmadan en azından birkaç dakika dik durmaya çalışarak bütün vücut enerjisini seferber edişini görmeliydiniz. O puşt herifse gayet pişkin, kapıda durup “merhaba” deyiverdi. Bense kızılı dinliyordum. İnsanın içini yakan iç bağrışmasını: “Merhaba mı? Merhaba mı? Seni kendini bilmez, utanmaz ……………………………………………………………………….!!! Ben son bir yılımı her gün, acaba bu evde ki mobilyaları yaksam mı diye düşünürken sen bana hiçbir şey olmamış gibi merhaba mı diyorsun? Ben hala bir yudum dahi kırmızı şarap içemezken, televizyon izlerken üzerimize örttüğümüz battaniyeyi dolabın ta en dibinden çıkaran temizlikçiyi kovduğum için her hafta sonu canım çıkana kadar temizlik yaparken, bütün o ipekli iç çamaşırı takımlarımı çöpe attığım için bir yıldır pamuklu dondan başka bir şey giymezken sen bana sadece merhaba mı diyorsun? Senin de seni hayatına sokan benim de Allah bin türlü….....”
Ve sonra birden dış sesini duydum: “Merhaba”
Diyorum ya size, müstahak buna bu kapı önlerinde ağlamalar. Adamın arkasından mahvolmamış numarası dahi yapamıyordu. O parlayan gözler, kızaran burun, bıraksak oracıkta boynuna atlayacak ağlayarak. Özlemekten içi kurumuş ama güya renk vermiyor. Ah benim salağım, ah benim safım, ah benim aklı kıt kızılım, değişir mi insanlar? Değişir mi ha? İlla tecrübe mi etmen lazım her seferinde. Değişmez! Kendileri de değiştim sanır ama değişmezler. Değişmiş gibi yaparlar ama değişmezler.
O gece girdi koynuna. Tekrar, ve tekrar, ve tekrar. Sabah olana kadar. Su bulmuş bedevi gibi… De unuttu tabi asıl bedeviliğini. Ben dışarıdan izledim yine, her zaman ki gibi. Ellerini o adamın ellerine kenetleyişini de, dudaklarını nefes almak için dahi ondan ayırmayı istemeyişini de, onu karnının üzerine yatırıp yine sakallarını sevişini de, ellerini sanki ezberinin sağlamasını yapar gibi her yerinde gezdirişini de, hepsini izledim. Burnumun direği sızladı ama hemen toparlandım. Çünkü biliyordum sabahını, ondan daha iyi değil, onun gibi biliyordum. Bu salak da biliyordu ama işte, şalteri indirip sigortaları kapattığı için kendisine ulaşılamıyordu. Ertesi sabahtan itibaren altın bulmuş mağribi gibi, bütün bir hafta ayakları yere değmedi. Adam onu iki gün aramamış, bilmem kaç kere telefonunu açmamış, yemek planını reddetmiş ne gam! Döndü ya, tamam. E benim kafasız kızım, e benim kuş beyinli kızılım, ne sanmıştın?
Neyse ki adam bu sefer daha vicdanlı çıktı da bizim kızılın bütün bu sanmalarına, sanrılarına bu gece, çabucak bir son verdi. Yattığı yerden kalkıp üzerini giydi ve “ben gidiyorum” dedi. Kızlın yüzünde ki “kal” yalvarması ona hiçbir şey ifade etmediği için kapıya doğru yürüdü. Bizimki neredeyse mırıldanır gibi “kalsaydın…” dedi ve ben yakınımda ki en ağır şeyle kafasına vurmak istedim. Ama dedi işte, hem de nasıl korkarak. Daha kötüsü nasıl umut ederek… Adam kapının önünde ve tek eli kapının kolunda olduğu halde bizimkine döndü, boşta kalan eliyle kızılın çenesini kavrayıp; “Her şey çok güzeldi hayatım ama aramızda değişen bir şey yok. Ben sadece seni özledim ve görmek istedim, o kadar. Daha fazla derinleştirmeyelim ya da uzamasına izin vermeyelim olur mu?” dedi. Hatta bir de eğilip saçlarından öptü. Portmantoyu kaldırabilsem üzerine fırlatırdım ama adamın değil, kızılın. Çünkü adamın “Görüşürüz, iyi geceler” demesine karşılık “Göt herif! Allahın belası, cehenneme kadar yolun var! Ne görüşmesi, mümkünse aynı atmosferden nefes dahi almayalım artık!” demesi gerekirken o sadece “İyi geceler” deyip kapıyı kapattı. İşte şimdi de önünde oturmuş ağlıyor. Ağlarsın tabi! Salak! Bilmiyor muydun? Gerçekten bilmiyor muydun? Değişmeyeceğini ve sadece seni denediğini bilmiyor muydun? Sadece sıkıldığını ve kafa dağıtmak istediğini bilmiyor muydun? Aslında o sarışın orospuyla hala beraber olduğunu bilmiyor muydun? Yeni bir macera aramaktansa onu unutamadığına emin olduğu ve sırf bu yüzden yeniden yatağına girmesinin garanti olduğu bir kadın varken başka yerde kaçamak aramayacağını bilmiyor muydun? Biliyordun çünkü ben biliyordum. Ben biliyordum! Senin dışarıdan bakan için, ruhun, ben biliyordum! Yani biliyordun. Bile bile yaptın. Acısını hatırlamak için mi, acısı olmadan hayat daha boş geldiği için mi, bilmem ne için ama yaptın. İyi halt yedin.Temizle bakalım şimdi bunu kafandan, aklından, vücudundan.
Neyse, hadi ağla bakalım biraz. Sonar da biraz uyu. İyi gelir, en azından acısını alır biraz. Seninle sabah hesaplaşacağız. Vücut ritmin yaşam standartlarına yaklaştığında yani…