Öyle yazının başlığına bakıp fesat fesat şeyler türetenler varsa avcunu yalar, söyleyeyim. Çünkü bırakın 100’ü, ondan önce birinci (rakamla 1.) için şampanya patlatacak arkadaşlarım var ve onlar da avuçlarını yalamaktalar. İkide bir “rahibe olcam lan ben!” diye boş yere konuşmuyoruz herhalde. Melissa P'nin blogu değil burası.Ya bi dakika ya, ben bunu anlatmayacağım ki! Nereden geldik buraya?
99 üyesi olan bloğumuza hoş geldiniz! 100. Üyeye gazoz ısmarlamaya karar verdim. Hayır, üzgünüm, ilaçlı olmayacak. Bildiğiniz halis mulis gazoz. Şeffaf kola. Çocukluğumuzun Uludağı, Çamlıcası. Şekerli ve gazlı su. Ya elimden gazoz içeceksiniz, daha ne olsun? Diyeceğim ben bile inanmadım.
Bundan 3 sene önce açtığım bu mekan, benim için bir tür terapi merkezi gibi. Hayatımı kuşatan “hain dolma”ları, “içimizde ki İrlandalılar”ı kendimce ifşa edip, yazarak ve çizerek rahatlamaya çalışıyorum. Hani açık açık bir şey anlattığım yok ama anlayan anlıyor işte. Hatta bu aralar, anlayanlar anlamayanlara da anlatıyor. Okan Bayülgen sağ olsun. (ben acaba kafamı neyle meşgul edeceğim derken onun bir hamlesi ile kaç kişiyle bir araya geldik, inanılmaz.)
Yazdığım Göktürk destanı uzunluğunda ki öykülerimi, birkaç günde (kör olma pahasına) okuyan binlerce (şaka gibi yahu!) okuyucuya çok teşekkürler. Bir anda tivitır sayesinde alemin gülü olduk. Alışık değiliz, bir tuhaf geldi önce ama alıştık mı ne? Vakti zamanında yazdıklarını yanlışlıkla biri okur diye korkan ben, bir anda “ay herkes okusun, okusa, okusalar” durumuna geldim ya, ne diyeyim. Bakın hep söylüyorum, ben özgüveni düşük (hatta kalan parçaları da yakın zaman önce yağmalanmış) bir balık burcuyum. Böyle azıcık ilgi görsem, yaz vakti kahvaltıdan sonra mutfak tezgahında unutulmuş tereyağı gibi eririm. Hatta o ilgiyi gerçek sanırım, alırım yuvarlaya yuvarlaya kocaman yaparım, bakınca gözlerim kamaşır……..dur, konumuz bu da değildi. O başka bir şey. Zaten o çığ eridi, artık önümüzü görebiliyoruz. Ama sanırım birkaç kırık kemik var.
Okudunuz, okuduklarınızı yorumladınız, ne iyi ettiniz. Şimdi bu blog sadece benim terapim değil, döküle saçıla yazıyorum ya işte o yüzden, sizin de.
Asıl derdime gelince, ben bisiklet alacağım. Yemin ederim kısa devre var benim beynimde! Otomatik yazıyorum ya! Asıl derdim o değil tabi ki, o başka bir derdim. Bir teşekkür yazısı yazacağım demiştim ya, hah işte onu yazmak için başladım aslında.
Şu son 2 hafta benim için eziyetti. İncecik bir su yılanı, damar yollarımı kullanarak vücudumda gezindi durdu. Kulağıma fısıldanan hikâyeler, geceleri kabusum oldu. Gözümün gördüklerini ve kulağımın işittiklerini unutmaya çalışmak bir tarafa; tenimin hissettiklerini nereme sokacağımı bilemedim. En kötüsü neydi biliyor musunuz? Sanki ben bütün kelimelerimi harcadım ve söyleyecek bir şeyim kalmadı (evet, bunu daha önce söylemiştim, henüz bunamadım). Saçmalık! 29 harfli güzel dilimizde kelime bitmiş olamaz ama işte, öyle geliyor. Getiriyorlar.
Bu 2 hafta biterken en başta mavi polar battaniyeme, sıcaklığı ve sessizliği için teşekkür etmek istiyorum. Bir tek onu ayıklayabildim zaten hafızamda.
Sonra çaydanlığıma ve çay fincanlarıma teşekkürler.
Banyoda ki küvete de ayrıca bir teşekkürüm var; ilk birkaç gün suyun altında oturup içimde ne varsa aksın diye beklememe yardım ettiği için.
Tek kişilikten çıkıp çoklu bir yorgunluğa, birikmiş bir bıkkınlığa ve artık bas baya sinirli bir ruh çatışmasına dönüşürken ben; Stepford Kadınları filminde ki robotik ablalar gibi dışarı sağlam duran suratıma ve vücuduma da teşekkürün yanında tebrikler! Gerçi son gün onların da pili bitti ama olsun.
Bugün Charles Dickens’ın doğum günü. Büyük Umutlar’ı yazdığı için ona da teşekkürler.
Aslında var ya, sana da teşekkürler lan! Yok, yok ciddiyim. Cesaret denen şeyi toplamak, hayal kurmak, hayal kırıklığına alışmak, kabullenmek, inanmak, kanmak, elinde avcunda ne varsa vermek istemek falan filan, bunlar da lazım hayatta. Birine dokunmayı, birini öpmeyi hayal etmek ve hayal ederken bile kalp spazmı geçirmek, biri sana dokunduğunda titremek gibi şeyleri yaşayarak öğrenmek lazım. Birini beklemek, hem de gelmeyeceğini bile bile beklemek ve gelmese de beklemek de lazımmış, yaşadık işte sayende. O çorba pişerken ya da orada bir şarkı çalarken ya da şimdi olduğu gibi önümde bir fincan kahve dururken illa birini anmak; bak gördün mü neler öğretmişsin bana... Hatta altın harflerle bir cümle de sen kazıdın zaten, etti mi sana üç! Cümleler yani.
Sonuç olarak işte teşekkürler. Burada adı geçmeyenler kendilerini biliyorlar ve onlar bu listede değil, onlar ayrı, apayrı. Şimdi, sınıf dağılabilir.
Son not: Ben yazarken üye sayısı 100'ü geçmiş. Gitti gazoz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder