Paris sokaklarında süregelen, Seinne nehrini taşıran, Eyfel’in boynunu büken hüzün; şehri bir tül gibi çepeçevre sarıyordu. Buz gibi keskin soğuğa rağmen şehrin, için için yandığını görebiliyorduk. Bu melankoli, çiseleyen yağmurda bistroların pencerelerinden içeri girip; kahve kokusuyla birleşiyordu. Şehir üzgündü çünkü kaybetmişti. Beni kaybetmiştikfdşsikfajflsdjflk
Ay yazarken benim içim bayıldı, sizi düşünemedim bile. Şimdi, bu ilk paragrafı atlatabilenlerle devam edelim. Kezban, Paris’ten döndü. Herkesin gözü aydın. Size böyle ıncıklı cıncıklı hatta boncuklu bir gezi yazısı yazmayacağım, korkmayın. Onun yerine Barika tarzı seyahat notları vereceğim.
Paris soğuktu arkadaşlar. Şaka yapmıyorum. Benim gibi bedenen soğuğa dayanıklılığı meşhur biri bunu söylüyorsa, bilin ki soğuktur. Ya o ilk gün resmen sokaklarda yürürken ellerim kesildi soğuktan. Kıpkırmızı oldular. Ben yol boyunca “ay eldiven almamız lazım” diye söylenip dördüncü gün almadan eve döndüm. Aferin bana! (kendime not: bana bir çift eldiven alan ilk adamla evleneceğim!)Kar falan yok, bildiğin kuru soğuk. Bunun dışında ben bu şehri seviyorum galiba; evet, evet seviyorum. Yani tüm o kalabalık ve çok renkli insan topluluğunu, yeme-içmeye olan düşkünlüklerini, şaraplarını, kahvelerini, en yenmez yemeği bile yenir hale getiren soslarını, metro duraklarının, sokakların isimlerini (Allah aşkına şu isimlere bir bak: Porte de la Vilette, Chatalet, Invalides, St. Augustin…..), o metro duraklarının kesinlikle anlamadığım telaffuzlarını, binalarını, yürürken yolun ortasında birden karşınıza dikiliveren kocaman kemerleri falan seviyorum. Ayrıca valla kusura bakmayın, ben Fransız erkeklerini de gayet beğeniyorum. Maşallah! Sonra “Barika da kimseyi beğenmiyor”; beğenmiyorum arkadaşım. Yemek yediğimizi minnacık (şaka değil, toplam dört masası vardı) restoranın karşısında ki bistro da oturan takım elbiseli şey yahut metroda tam karşıma denk gelen o yeşil-mavi gözlü (ve alyanslı) acayip şey ve hatta daha giderken, uçakta kesinkes bir reklamdan ya da katalogdan fırlayıp oraya düşen şey, şeyler… Ne yapayım yani? Ay sanki bizim beğendiklerimiz burada bize baktı, böyle önümüzde kuyruklar uzandı da biz de karar veremedik. Hey Allahım ya!
Neyse, şimdi sinirimizi bozmayalım boş yere. Zaten Türk erkekleri ile ilgili olarak orada başımıza gelen bir takım olaylar neticesinde ırkçı olmaya karar verdim. Hic oyle kinamaya falan kalkmayin, kendime göre sebeplerim var. Açıklarım ama bir gün, söz. Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim; o lanet olasica 14 Şubat, bir bizde bu kadar olay. O koskoca aşıklar sehri Paris'te ne sokaklarda kırmızı kalpler, ne dükkanlarda kırmızı donlar. Yok valla. Hersey gayet ;normal ve sakin. Ha yollarda öpusen, koklasan arkadaslar tabi ki var ama onlar hep var. Biz de neredeyse top atılacak: aşıklar için sevisme vakti. Kiskandigimizdan değil, aman alın sizin olsun. Bana ne!
Yani iste, yediğimiz içtiğimiz (roseler) bizim oldu, gezdiğimiz pek bir yer yok (is güç yüzünden), gördüklerimizi de anlattık. Ha bir de son gün Sem'le "metro seçmece" oynadık. Söyle oluyor; metro haritasını elinize alıp rastgele bir hat seciyorsunuz, sonra ismini beğendiğiniz durakta iniyorsunuz. Bahtıniza ne çıkarsa. Bizim şansımıza çok güzel iki cadde çıktı. Bir de Hak yolu Restoran ama o sayılmaz.
Kezban şimdilik yine yurtta. Bugün İstanbul, yarın Adana. Siz kar beklerken ben kebap yiyor olacağım. Ama gecesinde uçacak uçak bulamazsam o kebapları ne yaparım bilemiyorum. Bu Kıvanç, Adanaliydi di mı?
:) ben bile ırkçı bir kişiliğe bürünüyorum türk erkekleri konusunda, yutdışında daha bir anlaşıyor aslında. kültür efenim herseyın sebebi. ve heryerde türk var afrikadan italyaya ordan papuayenigineye kadar herhangi bir yerde kayserili malatyalıya rastlayabılırsınız. o yüzden seyahat rotam tibet:)
YanıtlaSilTibette de vardır kesin ama bır dene bakalım :))
YanıtlaSil