26 Eylül 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: SEFİLLER

Barika'nın kuyusu: SEFİLLER: “O doktorun da Allah belasını versin, bu hastanenin de, hatta senin de!” diye bağırdı bana dün gece. Aslında bana bağırdı değil de bağı...

SEFİLLER



“O doktorun da Allah belasını versin, bu hastanenin de, hatta senin de!” diye bağırdı bana dün gece. Aslında bana bağırdı değil de bağırdı diyelim. Dayanacak gücü kalmadı biliyorum. Vücudunda delinmedik yer bırakmadılar kan alacağız diye. Her yerimiz mosmor, her yerimiz yara bere içinde. Sağlam durmaya çalışmak konusunda yarışıyoruz ama ikimiz de bu konuda berbatız. Hayır, zaten berbatız, halimiz berbat. Bir de hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyoruz ya; acınası bir komikliğimiz var.

Zamanında aynı yatakta yatıp ayrılmış herkes gibi bizde de ayrı yataklara düşmüş olmanın verdiği hırçınlık var. Artık ona sarılıp, böyle ellerimi kollarımı ahtapot gibi üzerine dolayıp yatamıyorum diye camı çerçeveyi indiriyorum. Ama içeriden… O da aynı vaziyette biliyorum. Daha fenası; görüyorum.

Ya ilaçlar yüzünden iyice saydamlaşan cildi ele veriyor kendini bu kadar ya da biz artık baya baya birbirimizin kurdu olduk. Her iki şekilde de görüyorum. Bazen bana bakarken gözünün önünden neler geçiyor görüyorum ve yüzüm kızarıyor.

Bu adam, benim damar yollarımı açan adam. Ben, tam eleği duvara asmak üzereyken duvarda ki dâhil bütün çivileri yerinden söken adam. Şimdi ciğerini söküyorlar ve ben bir şey yapamıyorum. Daha önce de yapamamıştım…

Ablam yatıyordu o zaman buna çok benzer bir yatakta. Dudakları bembeyaz, gözleri olduğundan daha siyah, üzerinde artık ona iki beden büyük gelen pembe çiçekli bir pijama ile. Sonra gitti… O, yatakta; ben, yatağın kenarında tam 42 gün, 13 saat beklemiştik. Ortaokuldan sonra ikinci defa Sefiller’i okumuştum. Aslında ona okumuştum. Müfettiş Javert’e küfredip durmuştuk. Ablam, Fantine’in saçlarını ve dişlerini sattığı bölümde hıçkıra hıçkıra ağlamştı.

Ona da sordum “Sana Sefiller’i okuyayım mı?” diye. “Saçmalama” dedi. Ama bunu söylerken gülüyordu. Ben de gülmeye başladım.

Bugün, 23 gün, 17 saat oldu. Saat gecenin ikisi. Kıpırdamadan uyuyor. Eskiden korkardım böyle uyuduğunda. Geceleri uyanıp, nefes alıyor mu hala diye bakardım. Şimdi ise kıpırdamadan uyuduğunda şükrediyorum. Çünkü sadece canı yandığında kıpırdıyor.

O istemedi ama ben yeniden Sefiller’i okuyorum. Üçüncü kere. Ortaokulda edebiyat dersinin dönem ödevi için elime ilk aldığımda, bu kitabın hayatımda ki her mihenk taşına eşlik edeceğini tahmin edemezdim. Kim edebilir ki… Cosette’nin Marius’a aşık olduğu bölümdeyim. İçim titriyor. Birileri onlar acı çekmesin diye çok acı çekecek, çekiyor. Ama onlar kazanacaklar. Sonunu bildiğin acıları çekmek daha kolay. Sanırım…

23 Eylül 2012 Pazar

Barika'nın kuyusu: ERKEN ÖTEN HOROZ

Barika'nın kuyusu: ERKEN ÖTEN HOROZ: Herşeyin zamanlısı makbuldür, zamanında olanı. En güzel kestane sonbaharda yenir. Taksim'de 4 mevsim, 365 gün satılan kestane kebapla...

ERKEN ÖTEN HOROZ



Herşeyin zamanlısı makbuldür, zamanında olanı.

En güzel kestane sonbaharda yenir. Taksim'de 4 mevsim, 365 gün satılan kestane kebaplara kanmayın diye söylüyorum.
En güzel hamsi şimdi yenir, yeni çıktı, taptzecik.
En güzel poğaça sabahın kör saati yenir, sıcacık.
En güzel domates yazın, en güzel ıspanak kışın yenir.
En güzel kahve ise günün ortasında içilir.

Sevişmek aşıkken güzeldir, o bittiğinde zevki kalmaz.
Öpüşmek sadece aşıkken güzeldir, aksi zaten olmaz.
Birinin elini tutmak, elini tutmak istediğinizde güzeldir. Birine bakmak da bakmadan duramadığınızda...

Sevmelere doyamadığınız zamanlardan; kaçıp gidesiniz olduğu zamanlara geldiğinizde zamanı bitmiş demektir. O saatten sonra önünüze Tac Mahal'i yeniden inşa etseler; beş dakikalık ömrü vardır.

Zamansızlık sadece geç kalmaktan ibaret değildir; bazen de çok erken davranmaktır. Ürkütmektir, kaçırmaktır, zaten karışık olan kafaları hepten bulamaktır.
Vaktinden çok önce gelen bir öpücük, vaktinden çok geç gelen gibi değildir. Biri yeniden nefes üflerken diğeri iter gider.
Vaktinden önce söylenen her söz ağırdır. Fazladır. Ve hep akılda kalır. O son söylenecek sözü, en önce söylemekten kaçınmak bu yüzdendir.

Her şey zamanında güzeldir. Geç kalmadan, çok erken davranmadan, o anda oradayken, yanındayken, elindeyken, aklındayken, varken...



 

19 Eylül 2012 Çarşamba

barika'nın kuyusu: GİZLİ FORVET

barika'nın kuyusu: GİZLİ FORVET: Bazı gidişler zaruridir. Cesaretsizliğimize ve hatta basiretsizliğimize karşı hayatın “olum bak git” deme yoludur. Böyle zamanlarda ...

GİZLİ FORVET



Bazı gidişler zaruridir.

Cesaretsizliğimize ve hatta basiretsizliğimize karşı hayatın “olum bak git” deme yoludur. Böyle zamanlarda hayatla itişmemek ve gitmek gerekir. Gidilir. Zaten tarafımızdan da bilinir. Çoktan gidilmesi gerektiği yani…
Vakti zamanında çok fazla ve boşa beklemiş olan herkes bilir ki iş, beklemekte değil; harekete geçmektedir. Her harekete geçtiğinizde sonuç alacaksınız diye bir garanti yok ama beklediğinizde olacaklardan daha fazlasını alacağınız garantilidir.

Bazı konular…

Atıp tutuyorum insanlara ketumlukları ile ilgili. Onlar kapalı bir kutuyken ben açık bir kitapmışım gibi görünüyor. Ama ben hangi sayfayı açarsam oradan okuyabilirsiniz. Diğer sayfalarda neler yazıyor merak edenlerin biraz “kitap kurdu” olması lazım. Ben de gizli forvetim yani. Gol yollarında ki etkim, gelecek paslara bağlı.
İşte o bazı konular, konuşulmasa daha mı iyi? Konuşulsa mı daha iyi? Bana iyi gelecek olan hangisi bilemedim. Karar veremedim. Daha karar veremediğim başka konular da var ama onlar daha eğlenceli konular. (Tamam valla anlatacağım)

Bir de alakasız bir şey söyleyeceğim: kız arkadaşı olan erkeklerin başka kızlara asılmasını engelleyen bir yasa çıkarılsın!

16 Eylül 2012 Pazar

barika'nın kuyusu: OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP

barika'nın kuyusu: OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP: Günlerdir bana soruyordun ya “neyin var?” diye. Ve ben de inatla söylemiyordum ya. Sanırım ya korkumdan ya da şaşkınlığımdan. Alışkın d...

OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP



Günlerdir bana soruyordun ya “neyin var?” diye. Ve ben de inatla söylemiyordum ya. Sanırım ya korkumdan ya da şaşkınlığımdan. Alışkın değilim bana bu kadar sorulmasına, üzerime bu kadar düşülmesine, birinin gözümde ki, kaşımda ki yahut dudağımın kenarında ki izleri böyle an be an takip etmesine.

Ben, çok uzun zaman, umurunda olmayan adamların yüzlerinde ki çizgileri takip ettim. O çizgiler ki ne zaman aşağı doğru kıvrıldılar; elim ayağım birbirine dolaştı. Ah hiç dayanamazdım, dayanamadım. İçim yanardı, su serpmek için çırpınırdım. İzin verseler nasıl sarılıp öperdim! Ama onlar bin metrelik çitlerin gerisinden sadece seyretmeme izin vermişlerdi, ben de geride durdum.

Sen bana neden soruyorsun? Nasıl oluyor da benim gözümün rengini benden iyi biliyorsun? Avucumda pembe renkli otuz beş tane hap olduğu akşam, o telefonu açmasaydın eğer, neredeydik şimdi biliyor musun?

“Çit dediğin öyle bin metre olmaz, Çin seddi gibi olur. Bırak üzerinden bakmayı, içinden geçmeyi; yaklaşmayı dahi düşünemezsin” demiştin bana. Benimle oynayanlara sen benden daha çok kızmıştın. Ben de sanmıştım ki onlara kızıyorsun. Şimdi anladım ki sen, bana kızmışsın. Kızma. Ne olur kızma, dayanamam. Sen kızınca esip gürlemezsin, sessiz sedasız çekip gidersin. Küfür gibidir senin gidişin, ne olur kızma. Bıraktım hepsini. Her birini! Hiçbiri umurumda değil artık.

O akşam, senden önce iki kişiyi daha aradım ben.

Biri deniz kenarında ki çocuk. Hatırladın mı? Eski bir balıkçı vardı hani kıyıda, onun hani ahşap, beyaz renkli bir masası vardı. Hah işte, o masada ki çocuk. Aylar geçmiş üzerinden, beni hatırlamadı bile. Neden onu aradım biliyor musun? O akşam, kumsalda, herkes gittikten sonra, bana sarılmıştı. Tam denizin kıyısında, saat üç mü neydi, ayaklarımız sudaydı. Ben ona senden öğrendiğim yıldız kümelerini anlatıyordum. Aslında bir türlü kümeleyemiyordum yıldızları ama en azından deniyordum. Yoksa hemen oracıkta sıyıracaktım üzerimde ne varsa. Sırf sıyırmayayım diye konuşuyordum. Ama anlıyordu işte… Her, sadece “işine geleni” anlayan erkek gibi. Baktı ben bütün horoskopu çizeceğim gökyüzüne; sarılıverdi bana. Bildiğin sarıldı işte. O kadar.
Ama o akşam anlamadı beni. Sesimin tonunu, rengini tanımadı. Beni zar zor hatırladı ama anlamadı. Ondan vazgeçip telefonu kapattığımda avucumda hala otuz beş tane pembe renkli minik hap vardı.

Sonra ondan daha eski ve daha tanıdık birini aradım. Bir gece yarısı olduğundan mıdır nedir, telefonu çok geç açtı. O kadar çok müzik ve içki döküldü ki bir anda telefondan; odamın içi cümbüş oldu. Bırak derdimi anlamasını beklemeyi, bağırarak anlatsam da anlayacak halde değildi. Zaten ben de onu böyle bir cümbüşün içinde tanımıştım, hatırlarsın. Kocaman bir pistin ortasından, bana, yani en köşede tek başına duran kıza doğru öyle bir yürümüştü ki; beni alıp, oradan çıkaracak ve yakınlarda ki malikanesine götürecek sanmıştım. Öyle olmadı. En yakında ki otelde bitti yürüyüş.

Sonra ben balkona çıktım, hapları pijamamın cebine koyup. O kadar istekli ama o bir o kadar da cesaretsizdim. İlk defa biriyle sevişmek istediğimde hissettiğim gibi. Elimi kolumu nereye koyacağımı, nerede ne yapacağımı bilmez ve sonrasını asla düşünmez halde. İçinden çıkmayı hiç istemeyeceğimi bildiğim için; içine hiç girmek istememek gibi.
Sen yetiştin mi, gördün mü bilmem ama birden bir yağmur bastırdı o gece. Aylardan Eylül ama hava berbat sıcak olduğu halde, baya baya sağanak yağmur yağdı. Sadece beş dakika için. Bir anda her yer toprak koktu. Bizim sokağı bilirsin, her yağmur sonrası toprak kokar. Koskoca İstanbul’da kaç tane sokak kaldı ki böyle. İşte o yağmur cesaret verdi bana.

Avucumda pijamamın cebinden geri çıkardığım otuz beş tane pembe minik hap, içlerine cebimden küçük beyaz pamuklar bulaşmış. Önce pamukları ayıkladım, sonra bardakta ki suyun üstünü tamamladım. Sonra…. Sonra sen aradın. Gece saat iki olmuş.

Ben sana tek kelime söylemedim. Tek bir şikayet, tek bir sızlanma, tek bir yakınma yok. Bir nota bile titremedi sesim. Hiç! Biliyorum. Ama sen nereden bildin? Sana sadece “alo” dedim ve sen bildin. “Bekle, geliyorum” dedin. Nasıl oldu da o kadar çabuk geldin? Kapıyı çaldığın sırada ben suyu bir dikişte içtim. İçimin yangınını söndürmez ama belki senin karşına çıkabilecek kadar bastırır diye. Sonra sen geldin…

Sabah saat altıda, gözlerimi senin kucağında açtığımda uyandım. Salonda ki kanepede uyumuşsun. Uyumuşuz. Sırtın arkaya yaslı, başın yanına düşmüş. Beni dizlerine yatırmışsın. Bir elin hala ben uyuyana kadar olduğu yerde, saçlarımda. Diğer elinle yere doğru düşmüş elimi tutuyormuşsun ama uykuda ayrılmışlar. Seni uyandırmamak için sinsi sinsi, sessizce elimle pijamamın cebine baktım. Otuz beş tane minik, pembe renkli hap orada. Saymadım ama sayı tamdı, eminim.

http://www.youtube.com/watch?v=zjaZiWBvnL4

15 Eylül 2012 Cumartesi

barika'nın kuyusu: HEPİMİZ KISIRIZ!

barika'nın kuyusu: HEPİMİZ KISIRIZ!: Her ne kadar bundan birkaç gün önce yazılmış ve dinlenmek üzere kenarda bırakılmış olsa da; dün gece ki rakı sofrasında ki kadınların a...

HEPİMİZ KISIRIZ!



Her ne kadar bundan birkaç gün önce yazılmış ve dinlenmek üzere kenarda bırakılmış olsa da; dün gece ki rakı sofrasında ki kadınların ardından tarafımca bugüne uygun görülmüştür.

İsyankarlık mıdır yoksa "artık yeter" midir yoksa sadece sıradan ve normal bir hayat yaşama arzusu mudur? Kendi ülkende kendi geleceğin çöpe giderken, bir sonraki neslin direkt çöp olduğunu görmekten midir? Kendimizi dahi güvence altına alamayacağımızdan korktuğumuz için o çocuğu doğurmaktan kaçmalı mıyız yoksa karşıdakilere inat, bi' tarafımızdan geldiği kadar çok çocuk doğurup, "insan" yetiştirme yoluna mı gitmeliyiz?

Etrafta insan kalmadı be annem! Baksana bir halimize.

İşte o yüzden beş tane çocuk doğurup onlara; kitap okumayı, şarkı söylemeyi, gezmeyi, görmeyi, soru sormayı, cevap vermeyi, susmayı, dürüst olmayı, sorumluluktan kaçmamayı, aşık olmayı, sevişmeyi, öpüşmeyi, dokunmayı, hak savunmayı, hak vermeyi, gerekiyorsa itişmeyi, kavga etmeyi ama kötülük yapmamayı, kötü olmamayı, kötüden uzak durmayı, kötüye uymamayı öğretmeye karar verdim. Planım bu! "Nasıl olacak peki" konusunda çeşitli teorilerim var. Öğretmek konusunda değil, beş çocuğu nasıl yapacağım konusunda teorilerim var. Siz de takdir edersiniz ki önce bir adam bulmak lazım. Bir erkek değil, bir adam! Yok bulamayacaksak ona da birbirinden farklı alternatiflerim var.

Neydi o geçen gün "güneş gözlüğü" nün (bak şimdi blogda ki lakabını da öğrenmiş oldu, iyi mi) bana söylediği haber: günümüz kadınlarında "duygu kısırlığı" varmış. Teşhis buymuş. Yani doğru adamı bulamayacaklarına inandıkları için hepten çocuk doğurmaktan vazgeçiyorlarmış. Vazgeçiyormuşuz.

Peki bu teşhisi koyan o bilim adamı mı ne mal olduğunu bilmediğim arkadaşlar, o kadınların çocuk doğrabilmek için aradıkları biricik şeye yani erkeklere neden teşhis koyamamışlar? Halbuki ben koydum: Önüm arkam sağım solum ıssız adam! Bıraktım çoluğu çocuğu, ilişkiye girmek bile zor geliyor hepsine.

Bahane cenneti kafalar. Modern zaman da baya yardımcı oluyor zaten. Yoğun işler güçler, yakınılan zamansızlıklar, kaybedilmiş duyular, yozlaşmış ilişkiler, özgürlüklerinin kıstlanmasından korkmalar... Bitmeyen bir liste. Buradan köye yol olur.

Diyeceksiniz " peki ya kadınlar?" Yeniden tartışmayalım. Tabi ki kadınlarda da bunların arkasına sığınıp topukları yağlayanlar var ama sayılar karşılaştırılamaz. Biz kadınlar ilişki yaratmak için bahane üstüne bahane çıkarabilirken; erkekler, yaşananların bir ilişkiye dönüşmemesi için aynı çıkarımları yapıyor. Bahsettiğim fark burada işte.

Kadınlar bir cesaret -ki o cesaretin nereden geldiği meçhul- açıyorlar kapıları. Karşılarında ki "ama hayat, ama düzen, ama ıvır, ama zıvır" diye mızırdanan adamların -pardon- erkeklerin gözden kaçırdığı ne biliyor musunuz? O, kapılarını sonuna kadar açan kadınların hiçbirinin hayatı da yolunda değil. Darmadağınık... Kafaları, hayatları, ruhları, evleri, barkları darmadağınık. O dağınıklığın içinde yer açıyorlar yine de. Sağa sola itekliyorlar etraftakileri, en güzel yeri açıyorlar.

Nasıl olsa beraber toplarız. Bir ucundan ikimiz de tutarız. Hem seninkileri hem benimkileri. Olmadı mı, bırakırız dağınık kalır, biz de tam ortasına öylece uzanırız.

Yok benim derdim kadınları kollamak değil. Gerek de yok. Biz kollarız kendimizi. Benim derdim şu bahanelerle. Bizim derdimiz şu bahanelerle. Yaşlarından, mesleklerinden, boylarından, poslarından, paralarından, pullarından, gözlerinin renginden, ellerinin tutuşundan hepsinden bağımsız olarak hepsinde aynı olan bahanelerle...

Genelliyorum, evet. Baya bir genelledim hem de...

Peki bu sendromun adı ne, var mı bir adı? Yoksa da bence bu "duygusal kısırlık" erkekleri de kapsasın. Tamam, kelime hoş değil, insanı rahatsız ediyor ama olsun. Sonuçta hepimiz kısırız!

11 Eylül 2012 Salı

barika'nın kuyusu: ES GEÇME

barika'nın kuyusu: ES GEÇME: Gerçek sorunlarımızın yerine yani derinde duran ve yer değiştirmeyen, dalgalar gelip gitse de kıpırdamayan sorunlarımızın yerine sığda ...

ES GEÇME



Gerçek sorunlarımızın yerine yani derinde duran ve yer değiştirmeyen, dalgalar gelip gitse de kıpırdamayan sorunlarımızın yerine sığda kalanlardan konuşuruz hep. Onlar dalganın şiddetine, sıklığına ve varlığına göre değişirler. Bir günden diğer güne değişen konu başlıklarıdır sadece ama konuşması kolaydır. Çünkü derindekileri konuşmak için derine inmek gerekir ve dalanlar bilir ki suyun altı muhteşem tekinsizliktedir.

Ve yine dalanlar bilir ki, çok derine tek başına inilmez. El gerekir...

El istemekten bir zaman önce vazgeçmiştim. Elim zamanında çok defa havada kaldığından olsa gerek. Gel gör ki nedendir bilinmez iflah olmaz bir inadım var. İflah olmaz bir inancım. Bir o kadar da sağlam eller tuttum, ondan olsa gerek.

Dertsiz başımıza dert aradığımız zamanlardan, aralamak için sıraladığımız zamanlara geldik. Geçtik, gidiyoruz...

Dalanlar bilir ki, derinde ne varsa onu tek başına görmek istersin, tek başına yüzleşmek ama gördüğün şey bazen o kadar acayiptir ki "bir de sen baksana" demek istersin. Demek için o anda dönersin. Döndüğün yerde ne varsa onu görürsün.

Bu yazıdan üç elma düşmüş:

Birincisi: Dalmasını bildiğini bildiğim birine vakti zamanında söylemiştim; sadece aşktan meşkten dem vurdum sayılmış, çapı çok daha geniştir, bir yanlışlık olmasın: "sen bana bakma, ben senin baktığın yönde olurum" Yeri geldi diye söylüyorum ki anlattığımızdan fazlasını dinleme kudreti vermiş yaradan; elimizi es geçme.

İkincisi: Derinlerde olduğunu bildiğim birisi; ne kadar uzakta ve ne kadar yabancı olursak olalım, dertlerimizin bir tarafı ortak. Şimdi senin düşe kalka geçtiğin o yolun sonunda bekliyorum ben. Yaraları sarmak zaman alıyor ama inan hiçbiri göründüğü kadar derin değil. Ne kadar çabuk kapandıklarını görünce şaşıracaksın. Sözümüzü es geçme.

Üçüncüsü: Ciğerlerin yetmiyor biliyorsun, o yüzden nefesini tutma. Her derdi derine indirmeye çalışma bırak yüzeyde kalsınlar. Suyun üstü de suyun altı kadar.

10 Eylül 2012 Pazartesi

barika'nın kuyusu: VARLIK İÇİNDE YOKLUK

barika'nın kuyusu: VARLIK İÇİNDE YOKLUK: Size hiç kimsenin bir fincan kahve kadar yakın olmadığı günler vardır. Belki bazıları küçük bir çikolata ya da şekerli bir bisküvi ka...

VARLIK İÇİNDE YOKLUK




Size hiç kimsenin bir fincan kahve kadar yakın olmadığı günler vardır. Belki bazıları küçük bir çikolata ya da şekerli bir bisküvi kadar yaklaşabilir kahveye ama işte, hiçbiri kahve değildir.

Bazen hiçbir şeye değil de saçma sapan bir şeye ihtiyacınız olan geceler vardır. Darma dağınık olmuş kafayı dağıtmak için. Konuşmadan sadece dinlemek gerekir ki; uyuyabilesiniz.

Bir şeyler varken bir şeyler yoktur ve yokluklar, varlıkların arasında daha belirgindir.

http://www.youtube.com/watch?v=H-tsqQPwivs

"Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa"

9 Eylül 2012 Pazar

barika'nın kuyusu: NAÇİZANE ÖNERİLER

barika'nın kuyusu: NAÇİZANE ÖNERİLER: * Plan yapmayın, bozuluyor. O anda aklınızda NE varsa onu yapın. Anıları da daha güzel oluyor. * Ona aşık olduğunuzu söylediğinizde size ...

NAÇİZANE ÖNERİLER

* Plan yapmayın, bozuluyor. O anda aklınızda NE varsa onu yapın. Anıları da daha güzel oluyor.

* Ona aşık olduğunuzu söylediğinizde size teşekkür edecek bir adama ona aşık olduğunuzu falan söylemeyin. Hatta hiçbir şey söylemeyin. Böyle andavallık da olmaz ama!

* Hayallerinizi anlamamakta ısrar edenlere onları anlatıp, ellerine malzeme etmelerine izin vermeyin. Anlamadıkları yetmezmiş gibi bir de neden olamayacaklarını anlatıp sinirinizi bozarlar.

* Zayıflıklarınızı bunlardan fayadalanacak insanlara anlatmayın. Belli etmeyin. Hele de erkeklere... Bırakın sakarlığınız, arada bir tutan saflığınız, heyecanlarınız, burnunuzun direğinde ki sızılar size kalsın. Hep sağlam, hep ayakta, hep kendine güvenli ve hep sert olun. Tabi ki olamazsınız! Bari "gibi yapın".

* Güvensiz olduğunuz konu her ne ise, bir cesaret toparlanıp birilerinin önüne çıktığınızda; onlardan bir şey beklemeyin. Sırf siz korkuyor ya da iyi bir şeyler duymak, cesaretlendirilmek istiyorsunuz diye size uymak zorunda değiller. Yüzünüze dahi bakmadan devam edebilirler. Öyle durumlarda o topladığınız cesareti dağıtmadan en yakınınızda ki aynaya bakın. Aradığınız kudretin nerede olduğunu size ta ilkokulda öğretmişlerdi, unutmayın.

* Aşık olmakta birşey yok, korkmayın. Bir kere yakalanmıyor. Bir kere olmuyor. Sadece her seferinde farklı oluyor o yüzden size hep "bu son" gibi geliyor. Gerçekten son olduğunda zaten sonlanacak, siz uğraşmayın. O arada yanınızdan yörenizden geçenlere yazık...

* Bir adamla sevişmek istiyorsanız sevişin anasını satayım! Uzatmayın, oynamayın. Bu yüzden ölen yok, abartmayın. Sonra rüyalarınızda görüp pişman uyanmaktan iyidir.

* Bir milyonuncu kere bile olsa bir daha söylüyorum: zamanınız çokmuş gibi davranmaktan vazgeçin. Çok mu az mı bilemeyiz ama "az mı" kısmının riski daha fazla. Ona göre davranın.


Derim ben. Naçizane, öyle...

4 Eylül 2012 Salı

barika'nın kuyusu: BEYAZ DİZİ GİBİ

barika'nın kuyusu: BEYAZ DİZİ GİBİ: Benim bir türlü açıklama bulamadığım şeye Emrah Serbes açıklama bulmuş: "Bir şeyi yanlış anladığımızda, sakladığımız arzularımızın d...

BEYAZ DİZİ GİBİ




Benim bir türlü açıklama bulamadığım şeye Emrah Serbes açıklama bulmuş:

"Bir şeyi yanlış anladığımızda, sakladığımız arzularımızın da ipuçlarını veririz. Bir şeyi yanlış anlamaktan ölesiye korkmamızın nedeni bu."

O gece de öyle demiştim ben: "Acaba ben mi yanlış anlıyorum?" , "Aslında bu gerilim yok da ben mi uyduruyorum?"
Hani öyle, buluttan nem kapan bir tip olsam kendi paranoyama verirdim o havayı ama değildim. Bildiğin halis mulis, katıksız bir kütüktüm. Elimden tutup çekilip öpülmedikçe, olana bitene anlam veremeyecek kadar saftım. Türk filmlerinde ki "Ama o aslında çok iyi bir insan ve beni de çok seviyor. Evleneceğiz biz" diye mahallenin bıçkın delikanlısının peşinden gidip ırzı namusu kaptıran, sonra da kötü yola düşen mahalle kızıydım.

Ne zaman ki bu üstte ki yazıyı okudum; anladım. Ah ben var ya ben, o kadar da saf falan değildim. Adım gibi biliyordum o gece olacakları. Ve hatta sonra ki geceleri de. Bile bile durmuştum aslında o kapının önünde. Zaten tahta kapılar, önünde durulsun diye varlar. Çelik kapılara benzemezler. İşte o tahta kapının önünde dururken biliyormuşum, biliyordum ama nasıl ödüm kopmuşsa artık gömmüşüm kafamı kuma. Kopar tabi! Bendeki öd, yamalı bohça. Her seferinde yamıyoruz, başka yerinden kopuyor.

O yazıda geçen "arzulamak" kelimesi, o geceden önce bir anlam ifade etmiyordu bana. Beyaz Dizi romanlarında "arzudan titreyerek birbirine değen bedenler" gibi fazla abartılmış erotik cümlelerde ki yüklemden öte bir yeri yoktu. "Arzudan titrenir mi" yi geçelim ama o anlarsa diye korkudan titrenir, bilirim.Titrerim. Titredim. Benim nasıl titrediğimi ise bilen bilir. Sağlam duracağım derken dizlerde ne kadar bağ varsa yırtan bir insanım ben. Ve buna rağmen duramamış...

Geçen gece de öyle dedim ben: "Acaba ben mi yanlış anlıyorum?", "Aslında ortada bir şey yok da ben mi uyduruyorum?" Herkes söylemiştir ama ben de söyleyeyim; ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Yani var gibiyse vardır. Yok gibiyse yoktur. Kadınlar bilir ve inkar eder; erkek yok gibiyse uzun zamandır yoktur. Ama var gibiyse; kaçma zamanıdır.






3 Eylül 2012 Pazartesi

barika'nın kuyusu: EVLENMEK DERKEN?

barika'nın kuyusu: EVLENMEK DERKEN?:  Eskileri karıştırırken, şimdi bakınca bir zamanlar nasıl olupta kullandığınıza şaşırdığınız ya da neden aldığınıza dair en ufak bir...

EVLENMEK DERKEN?






 Eskileri karıştırırken, şimdi bakınca bir zamanlar nasıl olupta kullandığınıza şaşırdığınız ya da neden aldığınıza dair en ufak bir fikriniz olmayan saçma sapan şeyler bulursunuz. Benim şifonyerimin üst çekmecesinde ki bilekleri tüylü, bordo kadife eldivenler gibi. Bu aşağıdaki yazıyı da eski kayıtları okurken buldum. Başlığı yok, toplamda kayıtlara göre on üç kişi okumuş, bana kalsa kimse okumasaydı derim. Çünkü tam bir saçmalık! Evlenmeye niyetim varmış, haberim yok!

http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/09/sevgili-blog-bir-adam-buldum.html

O zaman "neden yazdın" diyorsanız; aslında yazının içinde vermişim cevabını: kafam güzelmiş be! İnsanın kafası güzelken kimlere, neler yazabildiğini sanırım hepimiz biliyoruz. Bilmesek iyiydi ama biliyoruz. O telefonların o körolasıca gönder tuşu, "emin misiniz" diye sormaya programlansa ne geceler, pardon, ne sabahlar kurtulur. Yazdığımız her b*ka, arama motorlarında "bunu mu demek istediniz" diye sorarken iyi, buna da sorun!
"Ulan hakikaten bunu mu yazmışım ben dün gece" ve "ulan hakikaten ona mı yazmışım ben dün gece" cümleleri ile zehir olan nice sabahlar... Bir ertesi gün hapı da buraya lazım. Neyse ki ben koşarak bloğuma yazmışım. Otokontrol dediğin tek dişi kalmış canavar.
 
Bu yazıyı yazdığım -ki bir yıl olmuş- adam bugün nerede, ne yapıyor bilmiyorum (Aslında biliyorum ama gıyabında. Yani ayrıntısını bilmiyorum. Aman bilmeyeyim zaten, ne hali varsa görsün, hıh!)  Daha fenası, bunu yazabileceğim belki de son adam için yazmışım; o kadarını hatırlıyorum. Bundan daha da fenası (düşünün artık!), bu laf öyle küt diye söylenecek laf mı? Hey Yarabbim! Ne içtiysem ben o akşam!Tarih, büyük yanılgılarda doludur, bilirsiniz. Benim tarih zaten Allah'a emanet.
En son o kafaya gelecek kadar içtiğimde Taksim Meydan'ında ağlıyordum. Zat-ı muhterem bilirler; çok pis ağlarım. Ama o kafaya gelmenin içmekle ya da ne içtiğinle ya da ne kadar içtiğinle ilgisi yoktur. Kafa, öyle bir yerde, öyle bir adama, öyle bir takılmıştır ki; bir bardak su bile getirir seni oraya. En tehlikeli zamanlardır, en tehlikeli akşamlardır, gecelerdir ve en berbat sabahlardır.

Özlemiş miyim ne? Yoksa sadece kaşınıyor muyum? Eylül ayına veriyorum bu durumu.
Ve size bir tavsiye: Bir yerlerde Hectorlar varken Parislerle vakit kaybetmeyin. Ben de etmeyeyim. Öptüm sizi.