22 Mart 2012 Perşembe

MOLA

Ya ben sizi unuttum mu sandınız? Aşk olsun! Yoksa kaçırıldım mı sandınız sizde? (hakkımda çıkarılan rivayetlere ithafen soruyorum) Halbuki Allahıma şükür sapasağlam gittim geldim te Lübnanlara. Zaten aklı başında hiçbir fidyeci beni kaçırmaz. Ne alacak karşılığında? İzmir’de ki evin balkonunda, plastik bir kovada dikili zeytin ağacı fidanından başka bir dal dikili ağacımız yok ki ailecek! Olsa, dükkan sizin. Daha da üstüne para vereceksiniz de mi beni tutsunlar diye. Neyse…

Gezimiz gayet güzel geçti ki bu konuda ayrıntıları yakında #obsesifmakinist’in yazılarında okuyacaksınız. Kendisi kuzenim olur (hala bilmeyen varsa). Ben onun dışında size ne gezdik ne gördük bilahare anlatacağım ama şunu diyeyim ki; güzeldi. Biz, iki kuzen öyle alıp başımızı gittik Ortadoğu’nun göbeğine. Sonra da onun göbeğine; ta Bekaa Vadisi’ne kadar içeriye. Her ülkede bir dağı aştınız mı, onun arkasında başka bir yer çıkar ya karşınıza; Lübnan’da da aynısı oldu. Beyrut’tan çıkıp dağı aşınca başka bir yere geldik sanki. Baalbek ile Beyrut o kadar farklıydı ki birbirinden. Bu hikayelerden hepsinden önce söylemem gerekir ki; her şey ve herkes güzeldi. Ülke de, insanları da. Lanet olsun dostum, kızlar gerçekten güzeldi! Yaşayarak gördük; rahat bırakılıyorlar ve bu sayede güzelliklerini sergilemek konusunda sıkıntı çekmiyorlar. Sergilemekten kastım yanlış anlaşılmasın, ortalıklara serilmek manasında değil, daha çok saklamamak manasında söyedim. Ha bir de tabi o meşhur göz makyajları var. Gözlerinin hem altını hem de üstünü çepeçevre saran simsiyah bir çerçeve. Bir de bir şey diyeceğim, Tanrı beni affetsin ki; doğu ülkelerinde kadınların güzelliği ile erkeklerin çirkinliği doğru orantılı. Gerçi Lübnan daha doğrusu Beyrut o kadar da kötü değildi. Zamanında Hindistan görmüş biri olarak konuşuyorum, bana inanın. Bu arada Beyrut’un barları ve cafeleri gerçekten çok güzel. Gidip görüp, içmenizi tavsiye ederim. Ama oturduğunuz normal bir bar; bir anda kareoke bara dönüşebilir, hazır olun.
Şimdi sanıyorsanız ki Abbaslık bitti; hayır, yanılıyorsunuz bitmedi. İki günlük İstanbul molasından sonra, Barika bu gece de Bangladeş’e uçuyor. “Yuh, ebesinin örekesi!” dediğinizi duyar gibiyim, ayıp, denmez! Ne yapalım denk geldi, arka arkaya oldu program. Bir hafta da oradayız. Ama orada internet bağlantısı canımız, kanımız, o yüzden görüşeceğiz; merak etmeyin. Zaten orası artık benim memleketlerimden biri gibi oldu. Senede dört kere gidiyoruz. Ya ben kendi memleketime yıllardır gitmedim düşünün.
İstanbul molası demişken, bahtıma bakınız: dün akşam eve bir geldim ki; elektrikler yok! Şakacı. Aslında değil. Otomatik ödeme talimatlı faturam, hesabımda ki bütün para Lübnan doları haline geldiği için yatmıyor ve doğal olarak da Ayedaş "ay çocuk tatilde yazık, kesmeyelim" demediği için şak diye elektriğimi kesiyor. Yetmiyor bir de sigorta kutuma teller gerip bağlıyor. E ama bu çok ağır olmadı mı? Ben de her Türk gibi o teli kanırtarak ama koparmadan sigortayı kaldırmayı deniyorum. Bir tanesini beceriyorum ama tel, ikinci sigortayı kaldırmama izin vermiyor. Zaten o teki de işe yaramıyor. Çünkü benim elektriğimi merkezden kesmiş oluyorlar. Bu sefer aynı çabayla yerine oturtuyorum ki bilmem ne kadar ceza ödemek zorunda falan kalmayayım. Her şey bir yana doğal olarak kombi çalışmıyor ve ev ısınmıyor. Ama neyse ki ben çok üşümüyorum ve zaten yorgunluktan saat on da uyuyorum. Ay anlatırken bile fenalık geldi. Bu arada ben o sinirle tırnaklarımı yediğimi fark edip hepsini kökünden kesiyorum. Böyle rüya anlatıyormuşum gibi oldu amma halbuki hepsi gerçek. Topu topu iki günlüğüne geldiğim İstanbul'da, mum ışığında valizimi yeniden yaptım. Aslında içinden sadece kirlileri çıkarıp, bir iki parça temiz parça koydum demek daha doğru olur. Neyse ki iklimsel olarak çok farklı iki yere gitmiyoruz bu sefer.
Durum budur yani. Daha size İstanbul'a nasıl in(eme)diğimizi anlatmadım, piiiii.
En kısa zamanda yeniden görüşmek üzere, esen kalın.

1 yorum: