17 Mayıs 2011 Salı

BAŞLANGIÇ

Herkesin hayatında mihenk taşı, köşe yastığı birileri vardır. Zamanında gelip yerleşmiştir hayatınıza, öylece de kalmıştır. Onu yerinden oynatmaya ödünüz kopar; sanki o yerinden oynarsa oynadığı yere başka bir şey koyamayacakmış gibi hissedersiniz. Benim de bir “köşe yastığı”m var… İsmini doğduğu yerden almış, daha doğrusu anne-babası öyle uygun görmüş. Ya isim bulmaya üşendikleri için ya da orada tanışıp evlendikleri için. Tabi biz de her gün şükrediyoruz Çanakkale’nin Lapseki ilçesi yerine Biga ilçesinde doğduğuna…

Ben Biga’yı tanıdığımda, ikimiz de İzmir Kız Lisesine daha yeni başlamıştık ve kendisi benim parmağımı kırmıştı!
Yatılı okuyanlar bilir; daha okulun kapısından girer girmez bir burukluk oturur içinize. Benim de oturmuştu. Daha ilk andan itibaren yapayalnız kalmışlık, ne yapacağını bilmezlik, herkesten nefret etmekle ürkmek arasında kalma hisleri başlamıştı. O kocaman, görkemli, dört bir yanından merdivenler çıkan binanın güzelliği bile içimde ki o burukluğu gideremiyordu. Ben o içime yerleşmeye başlayan hüzünle girişte ki merdivenlerde durmuş binanın tepesine doğru bakarken, arkamdan biri bana son hızla çarptı. Dengemi kaybedip merdivenlerin ilk basamağına düşmeden önce can havliyle sağ elimi basamağa doğru uzatınca elimin üzerine düşüp; bükülen serçe parmağımla yüzük parmağımı aynı anda kırıverdim. Biga’nın ne kadar sakar bir insan olduğunu o zamanlar bilmediğim için, o yaşıma kadar –ki on üç yaşındaydım- öğrendiğim en ağır küfrü savurup beni düşüreni görmek için kafamı çevirdim. Karşımda ki kız resmen zangır zangır titreyerek, bembeyaz bir yüzle bana bakıyordu. Az önce ettiğim küfrü göz önüne alırsak; benden korkuyor olması gayet normaldi ama onun o halini görünce bu sefer ben korkmaya başlamıştım. Sonradan itiraf ettiğine göre o anda benim küfretmemden falan değil, elimin çarpık çurpuk duruşundan korkmuş. Gerçekten de sağ elimin, -üç rakamını işaret ederken yaptığınız gibi- orta parmağımdan sonrası yere bakıyordu. Biga, sonunda mırıltıya benzer bir sesle “kırıldı mı acaba?” diyebildi. Olanca sinirimle “yok canım, böyleydi zaten!” diye cevap verdim. Tövbe çeken kafa sallama hareketini de atlamamıştım tabi ki. Biga bir adım geri giderken alt dudağının titrediğini fark ettim ki ağlama eyleminden nefret eden bir çocuktum; sağlam elimi bir trafik polisi edasıyla kaldırıp “aman” dedim. “Hiç gerek yok bu harekete, zaten canım sıkkın. Önemli bir şey de yok, merak etme, daha önce de kırık gördüm. İyileşebilen bir şey. Bu okulun bir doktoru vardır değil mi?”.
Sanki o anda doktorun yanımızda olması gerekirmiş gibi etrafına bakınıp “bilmem” dedi. “Ama buluruz, gel üst katlara bir bakalım.”
O yaşına kadar yanına kimseyi yaklaştırmamış, yabani, tuhaf bir çocuk olan ben; neden bilmem bu titrek, beyaz suratlı kızın peşine takılıp iki kat boyunca doktor aradım. Sonunda üst sınıflardan biri halimize acıyıp bize okulun revirini tarif etti de doktora ulaşabildik. Biga, doktor benim elimi kartonlarla sararken de, bizi bir üst sınıf öğrencisiyle hastaneye gönderirken de, oradan elimde bileğime kadar gelen kocaman bir alçı ile eve gönderilene kadar da yanımda kaldı. O zamanlar bunu korkudan (onu şikayet ederim diye) ya da sırf vicdan azabından yapıyor sanıyordum ama değilmiş. Onun merhametinin ve anaçlığının sınırı yoktur. O böyle bir çocuktu, sonra da öyle bir kadın oldu.
Lise hayatımız boyunca bütün yatılı kız lisesi öğrencileri gibi biz de saçma sapan şeyler yaptık. Okuldan kaçıp onu zorla Alsancak’ta bir bara götürmemden, hafta sonu “evci çıkıyoruz” yalanıyla ilk minibüsle Çeşme’ye gitmemize kadar bütün o lise anılarımızı yeri geldikçe anlatırım zaten. Ama asıl bugünlerde, bizim başımıza gelenler daha tuhaf. İki benzemez insan olarak aynı anda lanetlenmiş olabiliriz ya da evren bizi sınıyor da olabilir. Bilemiyorum…








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder