Yazacak ne çok şey ve yazmak için ne kadar az zaman vardı. Leyleği
havada mı görmüşüm karada mı bilmiyorum ama yine ben yer görmedim. Geçtiğimiz hafta
sonu, iki günün bilançosu şu şekilde: Kayseri, Maraş, Adıyaman, Gaziantep. Listenin
başında ve sonunda İstanbul sabit. Üstüne bir de uçaktan iner inmez koşarak
Sütlüce’ye kürekçilerin yanına gidişim var ki; evlere şenlik. Üstelik de sırt
çantamda halen Adıyaman peyniri taşırken…
Kürekçilerle ilgili hikayeler yazıldı, başka platformlarda
paylaşılacak, bekleyin. Gelelim bizim zaruri Doğu turumuza. Malatyalıyım söylemesi
ayıp ama memlekete gitmeyeli nereden baksanız sekiz sene oldu. Bunca zaman
sonra yeniden o sınırlara yakın bir yerlere gitmek bana çok garip geldi. Özlemişim…
Kayseri büyük, düzenli ama manasız bir kazıklanma riski var,
dikkat edin. Özellikle taksicilere. Mantılar küçük. Pastırmalar incecik. Koşturmaktan
sağını solunu göremedik ama şehrin tam ortasında kocaman bir kale var.
Dağlık, yeşil, yağmurlu yollardan geçtik Kayseri’den Maraş’a
otobüsle giderken. Maraş’ı sadece gece, tabelasından geçerken fark edebildiğim
için hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bizim için tek karı; gecenin o saatinde yenen
dondurmalı baklava oldu. Hani şu bıçakla kesilen dondurma var ya, hah işte o.
Sonra, araba ile Adıyaman. Bütün bu hengamenin parçası olan
bir düğün için. Sabah kahvaltısına, kahvaltıdaki közde bibere, fırından çıkıp
gelen ekmeğe şükranlarımı sunarım. Bir kere daha anladım ki ben doymak için
yemek yiyenlerden değilim. Yemek; bir
mesele, bir eğlence, bir zevk.
Düğün Gölbaşı’ndaydı. Adıyaman’ın bir ilçesi. Bir Anadolu
düğününde İstanbullu misafir olma diye bir şey var, bilir misiniz? Ancak yaşarsanız
anlarsınız onun verdiği hissi. Ezim ezim eziliyorsunuz onca ihtimam yüzünden. Ailenin
tüm büyüklerinin halinizi hatırınızı sorması, o karmaşada gelin evinde sizi yemek
yemeden göndermeyecek kadar sizi düşünmeleri, kendi elleriyle bir yerden alıp
bir yere götürmeleri.
Adamlar bir seferde sekiz çeşit halay çektikleri ve ben
toplasanız sadece bir ya da ikisini bildiğim için bir yerden sonra yaptığım o
yüz kişinin arasında aşağı yukarı sallanmaktan ibaret oldu. Zaten Hitit güneşi
gibi parlayan saçımla yeterince berraktım o halayın içinde, işte bu da tuz
biber oldu. Benimle beraber parıldayan yol arkadaşlarımı es geçmeyeyim burada.
Dönüş; Adıyaman’dan İstanbul’a dönmeyi beceremediğimiz için
önce dolmuşla Antep. Ama sabahında kahvaltı soframızda aynı anda hem lahmacun
hem de çilek olmasına on puan istiyorum. Zaten bu hafta sonu mide spazmı
geçirmediysem daha da geçirmem. İki saatte bir acılı, sarmalı, etli, yoğurtlu bilumum
yiyecek maddelerini tükettik. Allah o sarma ve kuru biber-patlıcan dolmasını
bulan, icat eden ve böyle pişirenleri ıslah etsin!
Sonrası işte İstanbul… Sıcak, kalabalık İstanbul. Evimi özlüyorum.
Evim olması duygusu dağılan kafamdaki dağınıklıkları bastırıyor. Ki çok dağınığız
bu aralar. Ucunu alamadığım, önünü göremediğim bir dağınıklık denizi gibi.
Bazen, bir yerden biri başını uzatıyor sanki bu kalabalığa, ama o da kadar
çabuk yok oluyor ki; gık diyememiş oluyorum. Leylek hala havada, ben hala evimi özlüyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder