Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.
Onu ilk gördüğümde on altı yaşındaydım, o da on sekiz. Hiçbir şeyi olmayan iki kişi ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydik. Elimden tutabileceğine inanmasaydım, o gece iki katlı evimizin arka kapısından sessizce çıkmaz, mahallenin aşağısında ki yolun başında onunla buluşmaz, gözüm kapalı nefes nefese bir gece boyunca onunla sokaklarda koşmazdım.
Bana ilk vurduğunda on yedi yaşındaydım; o da on dokuz. Berbat bir evin, yer yer yeşilden sarıya çalan duvarına çarpmıştım kafamı. Vurduğum yerden kaşım açılmış, kan yanağımdan çeneme akarken ikimiz de neye uğradığımızı şaşırmıştık. Çünkü kan akana kadar her şey yolundaydı. Ne zaman ki kan döküldü, her şey yolundan çıktı.
İkincisinde ben on sekiz yaşındaydım; o da yirmi. İkincisi birincisi kadar sert değildi ve kan dökülmemişti. Sol gözümün etrafında ki morluk ise dördüncü gününde sarıya dönmüş ve yedinci gününde sadece siyah bir iz haline gelmişti. O berbat evin yeşil duvarları artık sarıya çalmıyordu; hatta ev, eskisi kadar berbat bile değildi. Bizse iyi olacak kadar gençtik hala. Yani her şey yolundaydı.
Üçüncüsünde ben hala on sekiz yaşındaydım; o da hala yirmi. Duvarlar olması gereken yerde, tavanlar olması gereken yerde, eşyalar olması gereken yerde ve ben de yerdeydim. Ocakta ki çaydanlık kadar masumdum ama ocakta ki çaydanlık yüzünden yerdeydim. Oysa çaydanlık hala ocaktaydı.
Üçünüsünden sonrasının zamanlarını hatılamıyorum. Artık berbat olmayan evin, artık beyaz olan duvarlarının bazı yerlerindeki izler; silinebilen boyaların harikalığı sayesinde kalıcı olmuyordu. Hiç kan akmıyordu. Hiçbir yer kanamıyordu. Mor, mavi, yeşil, sarı, gri hatta siyah vardı ama kırmızı yoktu. O yüzden her şey yolundaydı. Bizim herşeyimizin yolu da buydu.
Artık saymayı bıraktığım için kaçıncısı olduğunu bilmediğim sonuncusunda ise artık hiçbir şey olması gerektiği yerde değildi. Duvarlar, raflar, kitaplar, resimler, tabaklar, bardaklar, çaydanlık, ben... Sadece mutfak tezgahının üstünde ki ekmek bıçağı olması gereken yerdeydi. Yerindeydi.
Son sekiz yıldır, hastanede ki doktor,anestezi uzmanı, röntgenleri çeken hastabakıcı, sağlık ocağındaki hemşire, karşı komşu, alt komşu, yan komşu, bakkal, marketteki kasiyer kız, altın günündeki on iki kadın, yokuşun aşağısındaki karakolun polisleri, gece devriyesindeki polisler, ana yolun kenarındaki trafik polisleri, annem, babam, annesi, babası, kardeşim, kardeşleri, halalar, amcalar, dayılar, teyzeler hiç kimse olması gereken yerde değildi. Kimse bir ekmek bıçağı kadar olamamıştı. Bir tek o yerindeydi.
Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.
Onu ilk gördüğümde on altı yaşındaydım, o da on sekiz. Hiçbir şeyi olmayan iki kişi ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydik. Elimden tutabileceğine inanmasaydım, o gece iki katlı evimizin arka kapısından sessizce çıkmaz, mahallenin aşağısında ki yolun başında onunla buluşmaz, gözüm kapalı nefes nefese bir gece boyunca onunla sokaklarda koşmazdım.
Bana ilk vurduğunda on yedi yaşındaydım; o da on dokuz. Berbat bir evin, yer yer yeşilden sarıya çalan duvarına çarpmıştım kafamı. Vurduğum yerden kaşım açılmış, kan yanağımdan çeneme akarken ikimiz de neye uğradığımızı şaşırmıştık. Çünkü kan akana kadar her şey yolundaydı. Ne zaman ki kan döküldü, her şey yolundan çıktı.
İkincisinde ben on sekiz yaşındaydım; o da yirmi. İkincisi birincisi kadar sert değildi ve kan dökülmemişti. Sol gözümün etrafında ki morluk ise dördüncü gününde sarıya dönmüş ve yedinci gününde sadece siyah bir iz haline gelmişti. O berbat evin yeşil duvarları artık sarıya çalmıyordu; hatta ev, eskisi kadar berbat bile değildi. Bizse iyi olacak kadar gençtik hala. Yani her şey yolundaydı.
Üçüncüsünde ben hala on sekiz yaşındaydım; o da hala yirmi. Duvarlar olması gereken yerde, tavanlar olması gereken yerde, eşyalar olması gereken yerde ve ben de yerdeydim. Ocakta ki çaydanlık kadar masumdum ama ocakta ki çaydanlık yüzünden yerdeydim. Oysa çaydanlık hala ocaktaydı.
Üçünüsünden sonrasının zamanlarını hatılamıyorum. Artık berbat olmayan evin, artık beyaz olan duvarlarının bazı yerlerindeki izler; silinebilen boyaların harikalığı sayesinde kalıcı olmuyordu. Hiç kan akmıyordu. Hiçbir yer kanamıyordu. Mor, mavi, yeşil, sarı, gri hatta siyah vardı ama kırmızı yoktu. O yüzden her şey yolundaydı. Bizim herşeyimizin yolu da buydu.
Artık saymayı bıraktığım için kaçıncısı olduğunu bilmediğim sonuncusunda ise artık hiçbir şey olması gerektiği yerde değildi. Duvarlar, raflar, kitaplar, resimler, tabaklar, bardaklar, çaydanlık, ben... Sadece mutfak tezgahının üstünde ki ekmek bıçağı olması gereken yerdeydi. Yerindeydi.
Son sekiz yıldır, hastanede ki doktor,anestezi uzmanı, röntgenleri çeken hastabakıcı, sağlık ocağındaki hemşire, karşı komşu, alt komşu, yan komşu, bakkal, marketteki kasiyer kız, altın günündeki on iki kadın, yokuşun aşağısındaki karakolun polisleri, gece devriyesindeki polisler, ana yolun kenarındaki trafik polisleri, annem, babam, annesi, babası, kardeşim, kardeşleri, halalar, amcalar, dayılar, teyzeler hiç kimse olması gereken yerde değildi. Kimse bir ekmek bıçağı kadar olamamıştı. Bir tek o yerindeydi.
Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder