Tivitır'da o başlığı görünce bir Kum Gibi düştü ki aklıma; sorma gitsin...
En sonuncusu sağ kolumda, dirseğimin hemen içinde yanığa benzer bir yara bırakmıştı. Önce morardı, sonra kabuk bağladı, en sona küçük, silik, kahverengimsi bir iz kaldı.
Beyoğlu'nun yüksek tavanlı, taş duvarlı bir odasında duydum en son bu şarkıyı. İçinden rengarenk ışıklar geçen taş duvar mı olur? Olurmuş... Zaten bir ara sokaktan kafam mayhoş geçip vardığım apartmanın içinden gökkuşağı geçmeyecekti de nereden geçecekti?
Hiç beklemediğiniz yerden neler çıkabileceğini kanıtlamak istercesine, loş ışığın altında parıl parıl yansıyorlardı. Ben de onlara bakıp her zaman ki gibi, yine, gereksiz bir şekilde umutlanıyordum. Alabildiğine saçma bir umuda tutunmuştum zaten meydandan aşağı yürürken. Saçma bir umudum vardı ama kararlıydım. Bu sefer elimi ayağımı, dilimi damağımı zapt edecek, bir kez daha suyu berrak görünen ilk göle atlamayacaktım. Nah! Daha suyun kenarına gelir gelmez sırtıma vuran güneşten midir, suyun serinliğinden midir, yansımasındaki güzellikten midir yoksa küçük dalgaların sakladığına olan merakımdan mıdır nedir bilinmez; hop diye daldım göllere.
Eh be yeşil başlı gövel ördek, başına ne geldiyse bu merakından geldi.
Sonuç; su sadece sandığımızdan derin değil, aynı zamanda sandığımızdan bulanık, kirli ve çamurluymuş. Berraklığı aldatıcı, derinlerde bekleyen girdabı saklamak için bir illüzyonmuş.
Ama bir an var hani, çamura bile bile bastığınız, buza bile bile yapıştığınız, ateşe bile bile dokunduğunuz. Hah işte o an, salisenin onda biri, saniyenin binde biri, bir mikron kadar küçük bir zaman dilimi, işte o an ayağımın suya değdiği an...
Nasıl da güzel sürüklendim dibine. Gözleri bal rengi bir gökyüzü gibi kapladı her yeri. Başımı suyun dışında tutabilirdim belki biraz daha, ışıkları kapatıp masa lambasını açmasaydı. Biraz daha nefes alabilirdim belki onca şarkının arasında "Kum Gibi" yi çalmasaydı. Ve hala çırpınabilirdim belki başka bir mikron kadar kısa anda dönüp beni öpüvermeseydi...
Boğulmanın en güzel tarafı suyun içinde olmak. Serbestçe, çırpınmadan, kendini bıraktığında o kadar serin ve güzel ki... Sonsuza kadar orada kalmayı istemenizi sağlayacak kadar. Onca girdabın içinde bile bir huzur vardı sanki. Bir de o bal rengi gökyüzü o kadar yakındı ki, ağzımın içindeydi sanki, dilimin üzerinde, damaklarıma sürünüyordu sanki. Ellerimin içinde, avcumda, dirseklerimin oyuklarındaydı sanki. Bir an sonra kucağımda, iki göğsümün arasında, tam uyluklarımın üzerindeydi sanki. Sonra...
Sonra bir siyah beyaz resim gördüm, çerçeve içinde. Siyah saçları hafif savrulmuş, cama sığmayan bir resim. Benim bal rengi gökyüzümü sahiplenir gibi bakıyordu arkadan. Zamanın içinde sahiplenemediklerimin, beni sahiplenememişlerin acısını biliyordum ya, o yüzden izin vermem lazımdı ona. O haklıydı, ben değil. Ben değil!
Onca girdabın, onca suyun içinde, kaldırma kuvveti denen şey ne menem bir şeymiş öğrenmek işte o zamana nasipmiş.
Benim ellerimde bu kadar kuvvet var mıymış yahu! Benim ağzım başka bir ağzı, bedenim başka bir bedeni itecek kadar güçlü müymüş? Benim suya karşı gelecek, akıntıya karşı yüzecek kadar takatim kalmış mı gerçekten? Kalmış... Canhıraş bir yüzme ama çırpınmayla debelenme arasında, boğulmaktan hallice bir yüzme ile çıktım suyun üzerine. Bırakmadı ki derin bir nefes alayım. Anca kesik kesik solumalar.
Bırakmadı ki düzene girsin bu ciğerler. Anlatamadım ki öyle belimden kavradığın sürece gitmiyor ciğerlerime hava. El kadar ciğerim var benim, bir ağız açımı kadar nefes alabildiğim yerde senin dilin varken nasıl... Sonra...
Sonrası tufan. Bu yaşıma kadar öğrenemediğim onca şeyin en eskisi içimdeki suyu hapsedebilmek. Hala okuduğu kitaba, izlediği filme, yetmedi sokaktaki kediye, kenardaki çiçeğe, köşedeki böceğe, ota boka püsüre içindeki bütün suyu dökmek. Daha fenası bunu umuru olmayan adamların yanında, o adamlardan saklayamamak... İstediği kadar bal rengi gözleri olsun; gaddar her renkte gaddardır.
İşte öylece anlarsın duvarlardaki yaldızların aslında bir kandırmaca olduğunu, loş ışığınsa bir tuzak. Sırf "Kum Gibi" çaldı diye insanın iyi insan olmadığını, adam olmadığını, olamadığını öylece anlarsın. Sen yalpalayarak çıkarken elinden tutmadığında anlarsın. Beyoğlu'nda hava kararmış, sokak kalabalıklaşmış, müzik sesleri yükselmişken seni bir kıyıya bırakmaya bile tenezzül etmeden suyun ortasında bırakmasından anlarsın. Anlarsın ki sen kocaman bir baloncuğun içinden renkli ve sisli bir şeyler görürken, karşındaki taş duvarların arasında senden bir öncekiyle ile senden bir sonraki arasında bir yerde seni çoktan bırakmış gitmiştir. Modern bir Mavi Sakal'a çevirdiğin adamın sakalları gözleri gibi bal rengidir...
En sonuncusu sağ kolumda, dirseğimin hemen içinde yanığa benzer bir yara bırakmıştı. Önce morardı, sonra kabuk bağladı, en sona küçük, silik, kahverengimsi bir iz kaldı.
Beyoğlu'nun yüksek tavanlı, taş duvarlı bir odasında duydum en son bu şarkıyı. İçinden rengarenk ışıklar geçen taş duvar mı olur? Olurmuş... Zaten bir ara sokaktan kafam mayhoş geçip vardığım apartmanın içinden gökkuşağı geçmeyecekti de nereden geçecekti?
Hiç beklemediğiniz yerden neler çıkabileceğini kanıtlamak istercesine, loş ışığın altında parıl parıl yansıyorlardı. Ben de onlara bakıp her zaman ki gibi, yine, gereksiz bir şekilde umutlanıyordum. Alabildiğine saçma bir umuda tutunmuştum zaten meydandan aşağı yürürken. Saçma bir umudum vardı ama kararlıydım. Bu sefer elimi ayağımı, dilimi damağımı zapt edecek, bir kez daha suyu berrak görünen ilk göle atlamayacaktım. Nah! Daha suyun kenarına gelir gelmez sırtıma vuran güneşten midir, suyun serinliğinden midir, yansımasındaki güzellikten midir yoksa küçük dalgaların sakladığına olan merakımdan mıdır nedir bilinmez; hop diye daldım göllere.
Eh be yeşil başlı gövel ördek, başına ne geldiyse bu merakından geldi.
Sonuç; su sadece sandığımızdan derin değil, aynı zamanda sandığımızdan bulanık, kirli ve çamurluymuş. Berraklığı aldatıcı, derinlerde bekleyen girdabı saklamak için bir illüzyonmuş.
Ama bir an var hani, çamura bile bile bastığınız, buza bile bile yapıştığınız, ateşe bile bile dokunduğunuz. Hah işte o an, salisenin onda biri, saniyenin binde biri, bir mikron kadar küçük bir zaman dilimi, işte o an ayağımın suya değdiği an...
Nasıl da güzel sürüklendim dibine. Gözleri bal rengi bir gökyüzü gibi kapladı her yeri. Başımı suyun dışında tutabilirdim belki biraz daha, ışıkları kapatıp masa lambasını açmasaydı. Biraz daha nefes alabilirdim belki onca şarkının arasında "Kum Gibi" yi çalmasaydı. Ve hala çırpınabilirdim belki başka bir mikron kadar kısa anda dönüp beni öpüvermeseydi...
Boğulmanın en güzel tarafı suyun içinde olmak. Serbestçe, çırpınmadan, kendini bıraktığında o kadar serin ve güzel ki... Sonsuza kadar orada kalmayı istemenizi sağlayacak kadar. Onca girdabın içinde bile bir huzur vardı sanki. Bir de o bal rengi gökyüzü o kadar yakındı ki, ağzımın içindeydi sanki, dilimin üzerinde, damaklarıma sürünüyordu sanki. Ellerimin içinde, avcumda, dirseklerimin oyuklarındaydı sanki. Bir an sonra kucağımda, iki göğsümün arasında, tam uyluklarımın üzerindeydi sanki. Sonra...
Sonra bir siyah beyaz resim gördüm, çerçeve içinde. Siyah saçları hafif savrulmuş, cama sığmayan bir resim. Benim bal rengi gökyüzümü sahiplenir gibi bakıyordu arkadan. Zamanın içinde sahiplenemediklerimin, beni sahiplenememişlerin acısını biliyordum ya, o yüzden izin vermem lazımdı ona. O haklıydı, ben değil. Ben değil!
Onca girdabın, onca suyun içinde, kaldırma kuvveti denen şey ne menem bir şeymiş öğrenmek işte o zamana nasipmiş.
Benim ellerimde bu kadar kuvvet var mıymış yahu! Benim ağzım başka bir ağzı, bedenim başka bir bedeni itecek kadar güçlü müymüş? Benim suya karşı gelecek, akıntıya karşı yüzecek kadar takatim kalmış mı gerçekten? Kalmış... Canhıraş bir yüzme ama çırpınmayla debelenme arasında, boğulmaktan hallice bir yüzme ile çıktım suyun üzerine. Bırakmadı ki derin bir nefes alayım. Anca kesik kesik solumalar.
Bırakmadı ki düzene girsin bu ciğerler. Anlatamadım ki öyle belimden kavradığın sürece gitmiyor ciğerlerime hava. El kadar ciğerim var benim, bir ağız açımı kadar nefes alabildiğim yerde senin dilin varken nasıl... Sonra...
Sonrası tufan. Bu yaşıma kadar öğrenemediğim onca şeyin en eskisi içimdeki suyu hapsedebilmek. Hala okuduğu kitaba, izlediği filme, yetmedi sokaktaki kediye, kenardaki çiçeğe, köşedeki böceğe, ota boka püsüre içindeki bütün suyu dökmek. Daha fenası bunu umuru olmayan adamların yanında, o adamlardan saklayamamak... İstediği kadar bal rengi gözleri olsun; gaddar her renkte gaddardır.
İşte öylece anlarsın duvarlardaki yaldızların aslında bir kandırmaca olduğunu, loş ışığınsa bir tuzak. Sırf "Kum Gibi" çaldı diye insanın iyi insan olmadığını, adam olmadığını, olamadığını öylece anlarsın. Sen yalpalayarak çıkarken elinden tutmadığında anlarsın. Beyoğlu'nda hava kararmış, sokak kalabalıklaşmış, müzik sesleri yükselmişken seni bir kıyıya bırakmaya bile tenezzül etmeden suyun ortasında bırakmasından anlarsın. Anlarsın ki sen kocaman bir baloncuğun içinden renkli ve sisli bir şeyler görürken, karşındaki taş duvarların arasında senden bir öncekiyle ile senden bir sonraki arasında bir yerde seni çoktan bırakmış gitmiştir. Modern bir Mavi Sakal'a çevirdiğin adamın sakalları gözleri gibi bal rengidir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder