17 Haziran 2013 Pazartesi

ZEHİR GİBİYİZ MAŞALLAH




Sessizliğim asaletimden falan değil, ne yazacağımı bilemememden... Günlerdir o kadar çok şey okudum, izledim, dinledim, gördüm, duydum ki; zaten azcık olan hafızam da doldu taştı. Şu andan itibaren adımı hatırlamakta bile zorlanabilirim. Olsun. Yeter ki gördüklerimi unutmayayım, yaşadıklarımı, yaşadıklarımızı unutmayalım. Adımızı hatırlamasak ta olur. Hem zaten artık "biz" olmadık mı?

Hem zaten ne güzel insanlar ne güzel şeyler yazıyor. (Kuzen #obsesifmakinist de bu listede.) Bahsettiğim tabi ki köşe yazarları veya gzeteciler değil. Onların çoğu ya ellerinde yabalar, sopalarla cadı avına çıkan Ortaçağ Avrupası'nın fertleri gibi, önüne gelene saldırmakta ya da  pencereden baktıklarında bu ülkenin sokaklarından ziyade mavi bir ekran gördükleri için tuhaf şeyler icat etmekteler. Asıl sosyal medyada ve sokaklarda onlarca zeka, pırıltılarını çakmak çakmak parlatıyor.
İşte zaten okuyanlarla, okuduklarımızla başladı her şey... Zekanın orantısızı olur mu bilmem ama bize senden zeki olana saygı gösterip lafına hürmet etmek en azından bir dinlemek gerektiği öğretildi.

Bugünler benim için fiziksel açılmaların, kollarda bacaklarda kas geliştirecek hareketler yapmanın, boğaz-göz-burun ne kadar kanal varsa temizleyecek kimyasallarla tanışmanın dışında bambaşka bir kapı açıyor: öğrenmenin kapısını.

Kelimeler, sözcükler, terimler, ideolojiler, fraksiyonlar, bayraklar, flamalar, kısaltmalar, uzatmalar, anayasa maddeleri, haklar-özgürlükler, gözaltı süreleri, barolar, yazarlar, çizerler, partiler, liderler, bakanlar, bürokratlar... (Bu arada dün bir türlü hatırlayamadığımız isim Recai Kutan'dı)

Kısa zaman önce yakın tarihimiz özellikle de siyasi tarihimiz hakkında raflarda okuyacak kitap arayarak telef olurken, bir gün yazılmakta olan bir tarihin içinde kalacağımı kim bilebilirdi ki? Benim oldum olası öngörüsüz bir kul olduğum zaten bilinir. Benim ayağa kalkabileceğimizi, sesimizin çıkabileceğini, "bir dakika n'oluyo ya" diyebileceğimizi hiç düşünmediğim bir zamanda oldu olanlar. Ve bu olanlar bende her şeyin üstüne bir de şunları yarattı: Ben, birey olarak durduğum yerin zeminini yeterince güçlü ördüm mü? Neyi ne kadar biliyorum? Hatta ne biliyorum?

Birebir yaşayarak görüyoruz ki, elimizdeki bilgi tam ve doğru değilse asparagas bir bikinili ünlü haberi kadar değeri var. Elimizdekiler, onları dayandıracağımız güvenilir bir kaynak yoksa kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Eskiden sadece ansiklopedilerimiz varken şimdi dört tarafımız bilgi kaynağı. Eline klavye geçiren yazıyor. Bu durumda da bugün çok yararlı olan su kabağı, yarın çok zararlı olabiliyor bünyemize. O yüzden bir haber ya da bilgiyi en az sekiz kaynaktan okumadan ve en az sekiz sağlam yerden teyit etmeden ciddiye almıyorum. Alamıyorum. Aramızda hala elinde elma şekeri ile bizi inşaata çekmeye çalışan sapık kafalar dolaşıyor. Ve ben bu öcü hikaye ile büyümüş bir neslin çocuğu olarak; bu belirsiz şahsiyetlerin zikrettiklerindense; Nuri Alço'ya daha çok güveniyorum.

Demem o ki; şimdi işleri sağlama alma zamanıdır. Kendimizi. Bilgimizi. Gördük ki biz bildiklerimizle, öğrendiklerimizle ve birbirimize ilettiklerimizle güçlüyüz. İşin bu kısmını da es geçmeyin diye dedim. Yoksa maşallah herkes zehir, zehir...


1 yorum: