2 Ekim 2015 Cuma

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1)

Selam gençler, görüşmediğimiz zaman diliminde bir çok şey yaptım -bana ne diyebilirsiniz tabi ama sana ne'yse neden okuyorsun arkadaşım bu bloğu?!- ama hepsini bir seferde anlatamayacağım. Parçalar halinde ilerleyen zamanlarda okursunuz, merak etmeyin. Şimdilik sadece "tatilde neler yaptınız" kompozisyonu yazacağım.

Bir süredir Asyalı olduğum malumunuz. Ve bunun sonucunda tatil seçeneklerimiz kıtasal olarak kilometre atladı. Zamanında Avrupa ve Balkanların bilimum şehirlerini gezdikten sonra şimdi tamamen farklı bir coğrafya ve iklimde şansımı denedim. Ve tuttu...

Anlatacak çok şey var o yüzden en iyisi hikayeleri parçalara bölmek sanırım, buyurun 1.Bölüm:

İlk durağımız Perhentian Adası. Orası neresi diye harita açmayın, bulamazsınız. Te Allah'ın okyanusunun bir yerlerinde küçük bir ada (lar). Biz nasıl bulduk sorusunun cevabı adayı bulan arkadaşımızda (saygılar Erman Boss).
Adaya gidebilmek için önce Kuala Lumpur'a uçup (ki biz kendisine daha sonra bir 3 kere falan daha uçtuk sanırım), sonra oradan Kota Bharu diye ufak bir sahil şehrine geçip, oradan tekne-motor karışımı bir şeye binip adaya gidebilirsiniz. Yalnız açık denizin nimeti olarak o tekne-motor karışımı edevatta bütün omurları bozup yeniden dizecek kadar sallanma riskiniz var. Ama o sallantılı yolculuktan sonra gördüğünüz manzara, hepsine değiyor. Tıpkı resimlerdeki gibi turkuaz rengi sular ve bembeyaz kumsallardan bahsediyoruz. Bildiğiniz tropik ada yahu!

Perhentian Besar ("Large Perhentian") ve Perhentian Kecil ("Small Perhentian") diye 2 ana ada var. Oteller ortalama standartlarda (benim kaldığım otelde odaya girince beni bir sürpriz bekliyordu: klima yok! Arkadaş hava hissedilen 45 derece, ayrıca ben o tepede dönen pervaneye karşı değilim ama o dönerken uyuyamam. Final Destination serisinden bir sahne gibi tavandan kopup uça döne kafamı kolumu koparacağına dair ufak bir paranoyam var da... Doğal olarak ben de gidip odayı değiştirmek zorunda kaldım) şezlong ve şemsiye lüks, bar-pub-kulüp yok; kendiniz yapıyorsunuz (açıklayacağım) ama doğa size yetiyor zaten.
 Deniz, jungle görünümlü ormanlar, kumsal ve denizin hemen altı... Öyle tüple falan değil bildiğiniz şnorkelle hatta azcık ciğeriniz varsa nefesinizi tutarak kafanızı suya sokmanız envai çeşit balık ve mercan bahçeleri görmeniz için (ve bu sırada o güneşin altında sırt ve arka kol-bacakta çatır çatır yanmanız için) yeterli. Çizgili, benekli, fosforlu, büyük, küçük, güzel, çirkin, bir sürü balık! Elinizin bacağınızın arasından sürüler halinde geçen, verdiğiniz (ya da benim poşeti suda sallamak suretiyle yaptığım gibi püre haline getirdiğiniz) bisküvileri hapır hupur yutan balıklar... Kocaman kaplumbağalar. Aşağısı bir dünya yani. Bu bana yetmez diyenler için dalış turları da var. Şahsen ben, sadece başımı suya soktuğumda gördüklerime bakarak; suyun metrelerce altında neler vardır hayal bile edemiyorum...

Yukarısı ise ayrı bir dünya... Sincaplar, fareler falan normal ama yemek yediğiniz restoranın hemen arka bahçesinde güneşlenen komodo ejderlerini görünce bir şaşırmıyor değilsiniz. Yaklaşıp sevmek istedim ama nedense beni görünce o ağırkanlı hayvanlar koşarak kendilerini yakınlardaki ilk su birikintisine attılar. Neyse...

 Gece kısmına gelince; şimdi eğer çift olarak gelmişseniz çok konuşmamıza gerek yok. Bence ada çiftler için ideal: ye, iç, yüz ve seviş. Ha ama ilişkiniz sallantıdaysa gitmeyin. Yapacak bunların dışında fazla bir şey yok, birbirinizi boğmaya kalkarsanız da su derin değil, çok zahmet verir.
Ben hali hazırda güzel bir çiftin yanında 3 ü tamamladığım için sorun yoktu.
 Az önce yukarıda bahsettiğimiz üzere bar-pub-kulüp yok ama kumlarda serili hasırlara oturup nargile -evet valla bildiğiniz nargile- içebilir, ateş çevirenlerin gösterilerini izleyebilir, gece ilerleyen saatlerde kulüp müziğine dönüşen müzik ve içilen "monkey juice" lar sayesinde dans eden insanların arasına karışabilirsiniz. Dünya'nın her yerinden çantasını kapıp gelen bir sürü genç var. Çok da arkadaş canlısılar sağ olsunlar, tanışıp kaynaşmanız en fazla on dakika alıyor. O yüzden yalnız kalmazsınız. Ada zaten genel olarak insanı tedirgin edecek hiçbir şeye sahip değil. Mesela bizim kaldığımız otellerin arasında, ormanın tam ortasından geçen, yürüyerek on dakikalık bir patika vardı. Gece o yol zifiri karanlık olmasına ve sadece telefon ışığı ve börtü böceğin sesi ile yürümenize rağmen en ufak bir tedirginlik  (yanımda götürdüğüm gerilim romanında kahramanın ormanda tek başına yaratık avına çıktığı bölümü okuduğum geceki hayali tırsaklığımı saymazsak) vermiyordu insana.
Kısacası muhteşem bir doğa içinde kafanızı dinlemek isterseniz bu ada bu iş için on numara.



Bu adadan sonraki durağımız Kamboçya, Siem Reap. Devam edeceğiz, bekleyin...

1 yorum:

  1. Ooo süper oldu bu blog.. Heyecanla bekliyoruz, adını bilmediğimiz, haritada bulamayacağımız yerlerin güzel hikayelerini... Eline, fikrine sağlık...

    YanıtlaSil