9 Haziran 2014 Pazartesi

YÜRÜYÜŞ MESAFESİ


 
 
Hellboy-2 ‘de bir diyalog var; Abe ve Hellboy arasında. Aşık olduğu prensese bir türlü açılamayan Abe’e “içelim” diyor Hellboy ama o, olanca saflığıyla reddediyor: “Hayır, bedenim bir tapınak” Hellboy’un cevabı takdire şayan: “Şu sıralar daha çok bir lunapark”
Aşık olmakla ilgili hatıralarım biraz silik. Ama lunapark kısmı doğru galiba; bende çok fazla dönmekten ötürü gelen kusma hissine benzer bir his yaratmışlığı var mesela. Gerçi o hissi tanımama ilk vesile olan lunapark değildi, kendimdim. Evin salonunun etrafında kuyruğu tutuşturulmuş gibi defalarca dönerek tur atan ve en sonunda bitap düşüp yüzüstü halıya düşen bendim. Hatta ananesinin bahçesinde ağaca kurulan salıncakta abartısız saatlerce sallanan ve neticesinde yine abartısız saatlerce kusan da bendim. Kendim bizzat lunaparkım yani!

Buraya nereden geldik derseniz, Kumbaracı Yokuşu’ndan diyeceğim, saçma olacak. Zaten konu aşk olunca bende saçma olmayan cümle kurmak çok zor. Ne de olsa akıl normalin de iki katı kadar havada oluyor. Da konu aşk da değil aslında. En azından bu sıralar değil… Ha Kumbaracı Yokuşu’na nereden indin derseniz, inmedim çıktım. Baya yokuş çıktım. Temiz hava açtı kanalları, o kadar ki kafa bambaşka yerlere gitti. O yüzden konu aşka kadar geldi. En son ne zaman nerede gördüğümü çok iyi hatırlamadığım eski bir arkadaş gibi şu anda kendisi. Bir gün bir yerlerde karşılaşırsak kesin oturup bir şeyler içeriz, biliyorum.

İstanbul’un ara sokaklarının böyle pis bir hadisesi var; aklınızı alıp üzerinde bin türlü afişin, resmin, grafitinin, yazının olduğu duvarlara sürtüyor, bahçesinde iki masa dört sandalye olan küçücük kafelere çarpıyor, tam yokuşun bittiği yerde denizi görünce de uçuruyor gönderiyor.

Kliplerde ellerini duvarlara sürterek ağır çekim yürüyen melankolik kızlar gibi değil de daha çok orta hızlı adımlarla, etrafında ne varsa hızını kesmeden içine çekerek yürümeye çalışan ortalama kızlar tarzında çıkıyorum yokuşu. Sonra arka sokağından dolanıp, memleketin en güzel yerine, 29 Mayıs 1453’de Bizanslıların anahtarı “buyrun abi” diye teslim ettikleri, vakti zamanında Cenevizlilerin inşa ettiği, İstanbul’a inşa edilmiş en güzel yere, Galata Kulesi’nin önüne çıkıyorum. Oraya çıkınca içimde ne kadar sıkıntı varsa dışarı çıkıyor. Uçuveriyor. Hep uçuverdi…

Kule meydanının önünden kıvrılıp, bir basamağı tek kişilik yatak genişliğindeki merdivenlerden aşağı, bu sefer denize doğru iniyorum. Denize doğru indiğini bilmenin etkisiyle adımlar hızlanıveriyor. Bazı şeyleri hatırlıyorum. Özneleri farklı ama yüklemleri nedense hep aynı olayları. Kule’nin önüne çok kaçtığım zamanları. Ve çok fazla Amerikan tipi romantik komedi filmi izlemekten kaynaklı manasız beklentilerle birilerinin arkamdan gelmesini beklediğim zamanları… Ben o bankta otururken arkamdan yaklaşıp, sessizce yanıma oturmalarını beklediğim zamanları. Onca zaman bana ondan bir şey beklemememi söylemiş, dikte etmiş adamları yine de bir umut bekliyor olmamın dayanılmaz saçmalığını da hatırlıyorum.

Ha öğrendin mi dersen, beklememeyi evet, umursamamayı hayır. Bir kere içime sıkıştırdım mı, sonradan onu bir seferde göğüs kafesinden dışarı atmayı hala öğrenemedim. Hala süründürürüm, sündürürüm;  huyum kurusun. Ama susmayı öğrendim, geride kalmayı. İçimden adamın üzerine tırmanmak, boynuna dolanmak gelse de uzaktan el sallamayı. Ağız dolusu lafı suyla yutmayı.  Üzerine de “oh yarabbi şükür” demeyi. Şükür tabi, buna da şükür…

Üzerinde çiniler olan bir duvar var o yokuşlardan birinde, tiyatrolu apartmanlar, Gezi’den fotoğraflar olan bir duvar daha, küçücük bir kafe var karşı tarafında ve tam yolun bittiği yerde bir manav var birinde de. Bir Anglikan kilisesi var Kumbaracı’nın hemen üzerinde, Karaköy’e inince vapur iskelesinin arkasında türbeler var, Kule’nin hemen dibinde herkesin bira aldığı onlarca yıllık bir tekel var, daha benim aklımda fotoğraf kareleri gibi kalan, gördükçe mutlu olduğum bi dolu şey var.

Yürümenin iyi geldiği mevsimdeyiz. Sıcaklık, nem, hava koşulları ve zemin müsait. Kafalar gayet şık. Durmayın yürüyün bence. Yokuş aşağı, yukarı fark etmez. Eskileri yenilerden ayırmaksızın, ne varsa beraber yürüyün. Yolun sonunda denize dökersiniz, olur biter…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder