17 Mayıs 2012 Perşembe

PEYNİRLİ MAKARNA

    Ben çekyatta, ayaklarım sehpada, peynirli makarna fırında, beyaz şarap dolapta oturuyorduk. Baya da keyifliydik. Televizyonda ki yarışma programını izleyip; sorulara, yanımda kimsenin olmamasından kaynaklı baya desteksiz sallayarak cevap veriyordum. Ama tutturuyordum. Ya tamam kendime haksızlık yapmayayım boşuna, aslında çok zekiyim ve baya baya da cevapları biliyordum. Kafamın çalışmadığı noktalar genelde başkaydı zaten. Az sonra bunu bir kere daha teyit edecektim. Telefona mesaj geldi. Şu “dididit” sesi kadar sinirimi bozan bir ses daha yok. Ama sinirimi bozan başka bir şey var; mesajı atan. Mesajı okudum:

“Hayatım, ne yapıyorsun? (Sormak için sordum, aslında cevabına ihtiyacım yok, bu sadece bir girizgah yapmak içindi). Ben bu akşam gelemeyeceğim, iş yerinden çocuklarla beraber yemeğe gitmem lazım (Lazım çünkü gitmezsek o restoran batacakmış. Biz tek ve son umuduymuşuz. Hatta bizim çocuklar da gitmezsek açlıktan öleceklermiş. Düşün! O yüzden lazım.) Ben seni sonra ararım, çok öpüyorum.”

Şimdi sen beni bu akşam ekeceksin, gelmeyeceksin ama bunu benimle konuşacak kadar göt sahibi olmadığın için mesaj atıp haber vereceksin. Sen yarın bir gün de benden mail atıp ayrılırsın. Ben bu teknolojinin de, bunun arkasına sakladığınız yüreksizliğinizin de… şeklinde söylenip elimde ki cep telefonunu, çekyatın diğer tarafına doğru savurdum. Hiç de keyfimi bozamazdım. O makarna var ya, harika olmuştu biliyordum. Ben o peyniri ta İzmir’den getirdim. Hatta gelirken yanımda getirdiğim roka, reyhan, radika falanla yapılmış halis mulis zeytinyağlı salatayı yemeyecekse de hiç üzülmeyecektim. Hele de buz gibi soğumuş beyaz şarabı içmeyecekse, umurumda değildi. Ben içerdim. Ne olacaktı ki? Ama çekmecede ki yeşil dantelli şey konusuna gelince, onu bir daha ne zaman görür bilmiyorum. Aklıma gelince benim bile içim gıcıklanıyordu, yazık…
Tabi ki kafama takmayacaktım. Takmamayı çok önce, ondan önce, ondan öncekiler sayesinde öğrenmiştim. Mesajı ilk okuduğumda o, midemden çıkıp beynime doğru ilerleyen yumruyu tam boğaz hizama geldiğinde yeniden yutmayı öğrenmiştim. O telefonu duvara değil de çekyata savurmayı öğrenmiştim. Sırf o gelmiyor diye canım yemekleri, içkileri döküp, erkenden yatağa girip uyumak yerine; kendi başıma yemeyi ya da bir arkadaşımı çağırıp onunla yemeyi öğrenmiştim. Ben ona gelene kadar neleri, ne yollardan öğrenmiştim de haberi yoktu. Haber etmiyordum çünkü. Sessiz kalıyordum, tepki vermiyordum, tirp atmıyordum, dır dır etmiyordum; o da mutlu mutlu yaşıyordu. Ama ben bunları o mutlu olsun diye değil, ben mutsuz olmayayım  diye yapıyordum. Cunku hayatımın en kötü günleri, erkeklerin arkasından ağladığım günlerdi. Gittiler diye, gelmediler diye, aramadılar diye, aradılar diye, diye diye…
O günlerin hepsinde, ağlamaktan şişmiş bir surat, üzerinden kamyon gecmis gibi yorgun bir vücutla kendimi yatağa zor atar; o yataktan da zor kalkardim. Eziyetim kendimeydi ve bu, hiçbir seye yardımcı olmuyordu. Hatta tersine, isleri zorlastiriyordu, yasamayı zorlastiriyordu. Ben de öğrendim. Zor oldu ama öğrendim. 

Şimdi o gece ya da ertesi sabah, beni yeniden aradığında telefonu hiçbir şey yokmuş gibi açmamın, açabilmemin sırrı bu. Olay sen degilsin be birtanem, benim. Ben! Ben, beni unutmadığım ve kolladigim sürece sen zaten olay degilsin. Şarap kaldı biraz dolapta, icer miyiz?    

1 yorum:

  1. Çok alakasız bir şekilde yazınızı buldum ama çok alakalı bir şekilde cuk oturdu hayatımın şu anki haline.
    Umarım bir mesajdır bana; adam ol, umursama anlamına gelen.

    Sevgiler,
    Gizem

    YanıtlaSil