25 Ekim 2017 Çarşamba

KONİÇİVA



Samuraylar ve ninjalar diyarından size selam getirdim!

Yaklaşık on gün süren bir Japonya turunun bende bıraktığını şöyle özetleyeyim: düzenin içinde de zarafet, nezaket ve eğlence yaşayabiliyormuş.
Ayak bastığınız ilk andan itibaren sizi otomatik bir içgüdüyle daha kibar, daha nazik olmaya, daha alçak sesle konuşmaya, teşekkür etmeden bir şey yapmamaya iten bir kültür...
Benim gibi sarsak, yüksek sesle konuşan, yerini yönünü zor bulan birine bile itelemeden çeki düzen veren bir görgü...
Bütün bunların yanında dostane ve güler yüzlü bir ahali...

Arkasında taşıdığı tarihi ve şu anda en önden götürdüğü teknolojiyi düşününce Japonya'ya giderken aşağı yukarı ne bekleyeceğinizi biliyorsunuz aslında. O beklediğinizin de hakkını veriyor.

Bizim (@obesefimakinist ile) Japonya'ya girişimiz -herkesin tersine gitmek adetimizden ötürü- Nagoya'dan oldu. Ne var da oraya gittiniz derseniz; uçak bileti daha ucuzdu. Onun dışında Nagoya, Japonya'nın Bursa'sı diye özetlenebilir. Mitsubishi, Honda ve Toyota'nın evi, otomobil sanayi ve bilumum diğer sanayilerin varlığı ile ülkenin 4. en büyük şehri. Dönüş uçağındaki hava yolu dergisinden okuduğum kadarı ile, biraz dışında çok güzel doğal parkları da varmış.

Nagoya'da tek gecelik "ülkeye giriş" kalışından sonra trene binip Osaka'ya gittik. Tren dediğimiz aha da evet o hızlı tren. Biz kendisi ile Çin münasabeti ile tanışıyoruz ama Japon versiyonu -ki adına Shinkansen diyorlar- tanışmış olduk. Hızını içinden değil de daha çok dışarıda bir tanesinin geçişini izlediğinizde anlıyorsunuz. Öyle hönküren bir hızla uçup gidiyor yanınızdan! İçerisi ise rahat, temiz, sakin. Pencereden -evet o hıza rağmen- manzarayı izleyerek ortalama 300 km hızla gideceğiniz yere varıyorsunuz. Daha ne olsun! Ama.. Aması şu: pahalı! Japonya'da ne pahalı değil ki! Ama pahalıların en pahalısı ne derseniz: taksi. Trene 800 km lik yol için verdiğiniz parayı; taksiye 10 km için veriyorsunuz. Oradan hesaplayın işte.

Osaka... demişken kaldığımız hostelin oda anahtarını çantamda unuttuğumu ve göndermem gerektiğini hatırladım yeniden. Acil bir posta ofisi bulmam lazım. Neyse...

Osaka kalesi, parklar, ışıklı caddeler. Her yerde karşımıza çıkıp bende hepsinin fotosunu çekme isteği uyandıran manga afişler. Ertesi gün metro+tren le Kyoto.
Osaka ile ilgili dip not: İçinde cin olan kokteyl içmeyin. Hatta kokteyl içmeyin. Ya da en azından sake üzerine içmeyin.

Kyoto, Japonya'nın eski başkenti. Diğer şehirlerin aksine yüksek binaları olmayan, eski yapıların çoğunun korunduğu ve elden geldiğince otantik tutulmaya çalışılmış bir şehir. Öyle ki içindeki herkes kimono ile geziyor! yok şaka değil ama abartı, tamam, biraz daha açayım konuyu. Kyoto'da satın alabileceğiniz gibi kimonoları kiralayabiliyorsunuz da. Bir sürü kadın ve çift ve hatta aileyi kimonoları ve takunyaları ile gezerken görme nedenimiz de buydu. Ben de dayanmayıp kimonolu bir çiftle fotoğraf çekileyim dedim ama onlar da meğer Çinliymiş. Toprak çekiyor...

Kyoto'nun meşhur Fushimi Inari Tapınağı ya da bizim bir çok fotoğraftan bildiğimiz o turuncu direklerle çevrili yol, kendi içindeki ışık oyunları ile gerçekten etkileyici. Bu arada o bizim direk dediğimiz şeylerin adı torii ve o tapınaktaki yol 32.000 adet torii ile çevrili.

Kyoto'dan sonra sırada yeni bir tren ve bu kez Tokyo. Aha da başkent! Aha da modanın son yıllardaki ikon şehri! Yüksek binalar, gökdelenler, ışıklar, mangalar, afişler, alışveriş merkezleri, lüksünden salaşına mekanlar.

Senso-ji Tapınağı, Asakusa bölgesinde, yeşillikler içinde yükselen turuncu binaları ile Tokyo'nun en eski tapınağı. Bir gün batımına denk gelirseniz renkleri bir seyredin...

En son 1700'lerde patlayan, heybetini onca km uzaktan bile görebildiğiniz ve görünce de "aman bi rahat dursun" diye dua ettiğiniz Fuji Yanardağı; Tokyo'ya yaklaşık 130 km uzaklıkta ve 3700 metre yükseklikte bir arkadaşımız. Tırmanışçılar ve elbetteki dağcılar için anlamı ayrıdır eminim, biz gariban normal insanlar ancak kendisini karşıdan gören Beş Göl Parkı'na gidebildik. Parka geldiğimizde tepeleri bulutlu olan volkan, biz tam karşısına denk gelen noktaya gelene kadar bulutları eteğine doğru indirdi sağ olsun. Böylece doya doya seyredebildik kendisini.

Devasa lotusların yaz boyunca gölün üzerini kapladığı Ueono Park. Biz parkın içindeki Japon Ulusal Müzesini de gezdik. Müze hem Japon hem de Asya genelinin tarihinden bölümler içeriyor. Ama benim favorim kılıçların olduğu bölümdü. Şu gözler kanlı canlı gerçek bir Katana gördü ya; artık gam yemem.

Ve tabi ki manga dükkanları. Binlerce manga serisinin ve kitabının, oyuncaklarının, filmlerinin, müzik cd lerinin, posterlerinin, hediyelik eşyalarının olduğu cennetten köşeler. Instagram hesabımı takip edenlerin arada sırada şahit olduğu üzere kendi kendime bir şeyler çiziktirmeye yahut çizmeyi öğrenmeye çalıştığım şu günlerde tam bir ilham oldu. Bu ilhamın dışında ise, bu hayal gücünün ve yeteneğin genişliğine bir kere daha hayran oldum. Ve tabi rafların birinde yıllar önce televizyona yapışıp izlediğimiz Dragon Ball serisini görünce gözlerim dolmadı değil. Japonca maponca dinlemeden, Goku'nun daha velet olduğu (yukarıdaki resimde de göreceğiniz üzere), serinin ilk kitabını çantaya attım.

Bir de Cadılar Bayramı'na daha bir kaç hafta olmasına rağmen girdiğimiz her avm, her mekan, her bar buna göre dekore edilmişti. Günü geldiğinde ortalıkta nasıl bir parti döneceğini tahmin bile edemiyorum!

Ya, yemeklerden bahsetmeyeyim dedim dedim ama deniz ürünleri konusunda baya seçeneğiniz olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Özellikle yengeç ve ahtapot, sokaktaki o küçük tezgahlarda bile lezzetli. Hatta belki oralarda daha lezzetlidir, bilirsiniz sokak yemeği her zaman tatlıdır. Onun dışında memleketin eti ünlü, boşa ünlü değil, lokum gibi bir şey... Suşi konusunda biz nedense bir iki füzyon mutfağı denedik -yok yumurtalı suşi, yok salamlı suşi falan gibi- gerek yok, yapmayın. Bi de benim Şangay'daki evin köşesindeki suşici o kadar iyi ki bende "aman yarabbi" duygusu uyandırmadı bu suşiler.

İlk Japonya seyahatimizden kalanlar bunun gibi bir şeyler. İlk dedim çünkü hazır Asya'nın bu taraflarındayken bir iki kere daha yoklarız bakarsınız. Hadi hayırlısı...

Not: Japonya'dan fotoğraflar instagram hesabında yatıyor: elvan_tuncer



21 Ağustos 2017 Pazartesi

BİZ NE Mİ YİYORUZ BURADA?



Buraya gelmeden önce defalarca yanıtladığım, geldiğimden beri hala yanıtladığım  bir soru var:

"Ya siz orada ne yiyorsunuz?"

Zıkkım! Tövbe tövbe...

Bir buçuk ayın sonunda iki kilo verdim ama hayır açlıktan değil; aşırı sıcaktan ve yeme düzensizliğinden. Yoksa bırakın kilo vermeyi, almamak için çaba sarf etmem lazım.

Asya kıtası sandığınızın aksine insanın aç kalmasının en az mümkün olduğu kıta. Her türlü yemeği, her türlü fiyat aralığında bulabilirsiniz. Karnınızı iki dolara da doyurabilirsiniz, iki yüz dolara da. Tamamen size kalmış.

Çin'in sağını solunu değil sadece Şanghay'ı anlatacağım: Öyle sandığınız gibi her sokak başı bir böcek çöp-şiş arabası falan yok . Az bi kendinize gelin! Burası, dünyanın en büyük metropollerinden biri. İtalya, Meksika, Almanya, Fransa, Moğol, Uygur, Thai, Amerika, Türk; aklınıza gelecek her ülkenin mutfağından restoran bulabilirsiniz. Asya yemekleri ile aranız iyiyse zaten sıkıntı yok. Bolca Japon ve Kore restoranı da var. Asya yemekleri deyince de şu meşhur ön yargınızı bir kenara bırakırsanız baya güzel yemekler yiyebilirsniz. İnsanı aç bırakan yemekler değil, ön yargılarıdır. Hani şuradan birini tutsam getirip önüne menemen koysam; o bulamaç gibi şeyi nasıl yiyorsunuz der. Halbuki biz bayıla bayıla hatta ekmekle sıyıra sıyıra yiyoruz. O hesap işte.

Bir de şu "hayvanın orası yenir mi" ciler var. Tatlım sen o ülkede kelle, paça, yanak, dalak hatta billur adı altında ..... neyse işte, her şeyi yiyorsun da buradakilerin tavuğun ayağını yemesine mi takıldın?!

Ha illa çok egzotik şeyler yemek istiyorsanız o da var. Kuğu etinden geyik penisine uzanan bir liste halinde hem de. Siz ne yemek istediğinize karar verin, burada seçenekler sınırsız.

Konu mutlaka et olacak diye bir şart yok. Vejetaryenler de hayatta kalıyor. Bir sürü sebze ve ot var. Geçenlerde kereviz sapını bulduk mesela. Hepsinden öte, tofu var. Daha ne istiyorsunuz!

Hatta ve hatta çekirdek var! Baya böyle markette, tuzlusu, aromalısı, biberlisi, şekerlisi çıt çıt çekirdek var.

Anladığınız üzere aç kalmak diye bir şey yok. Burada hayat pahalı. Western yemek yemekte ısrar ederseniz biraz daha fazla para ödersiniz. Ama yerel yemeklerde fiyat aralığınız çok daha geniş. Kocaman bir kase otlu, mantarlı noodle çorbasını üç dolara içebiliyorsunuz. Porsiyonlar da maşallah "öküz doyuran" olduğu için yetiyor da artıyor bile.

En sevdiğim şey olan bira konusunda ise baya cennet! Kendi biraları güzel, sıkıntı yok, bunun yanında bir çok brewery denen şu kendi birasını yapan ya da tap bira satan mekanlar da var. Orada da fiyat aralığını takip etmeniz ve çok kıymetli olan "happy hour" ları yakalamanız lazım.

İşte böyle, artık bana "ya siz orada ne yiyorsunuz" diye sormayın; çok merak ediyorsanız gelin buyrun birlikte yiyelim.

Not: Yukarıdaki foto fıstıklı karides, çiçek de yanında hediye. 

10 Ağustos 2017 Perşembe

Barika'nın kuyusu: KÖPÜKLÜ EV

Barika'nın kuyusu: KÖPÜKLÜ EV: Bazı arayışlar hiç bitmez... Huzur, tatmin, aşk... Ama bazı arayışlar biter. Misal ev! Felsefik bir giriş yaptığıma bakmayın, nihay...

KÖPÜKLÜ EV



Bazı arayışlar hiç bitmez... Huzur, tatmin, aşk... Ama bazı arayışlar biter. Misal ev!

Felsefik bir giriş yaptığıma bakmayın, nihayet ev buldum demeye çalışıyorum. (Aşkı hala bulamadım ama n'olmuş) Tek kişi için ideal ölçülerde, temiz, site içinde, metroya yakın (yürüyerek on dakika yakın tanımının içine girer), ortamı güzel, böyle publar, restoranlar, market falan var çevresinde. De işte tek bir sorunu var: 23.katta!

23.katta ev mi olur ya! Evi ilk görmeye gittiğimizde, içeri girdik, a-aa bir baktım balkonu var! Elin İzmirlisini alıp Şanghay'a getiriyorsun, balkonlu ev bulmayacak da ne yapacak. Hadi bir bakalım diye hop diye atlamamla gerisin geri içeri girmem bir oldu. O ne yükseklik yahu! Sağ olsunlar benim gibi sarsak-şaşkın biri gelir belki diye balkonun etrafını camla kapamışlar. Ama alışmak biraz zaman alıyor tabi...

Onun dışında evin bir diğer iyi yanı da eşyalı olması. Çamaşır makinesini ev sahibim yeni aldı. Ben yerleşmeden de kurdu. Ben de eve taşındığım ilk gün paşalar gibi çalıştırdım makineyi çalıştırmasına da yarım saat sonra bir baktım makinenin altından bembeyaz köpükler balkona doğru yayılıyor... (Evet, makine balkonda. Ev 60 metre kare, nereye soksaydık!) Şimdi normalde ne yapılır; servis aranır, adres verilir, adamlar gelir bakar, yapar, gider. Ama bu dediğim gibi "normalde" yapılır. E burada ben Çİnce, 1.6 milyar nüfusun da baya bir bölümü İngilizce bilmediğine göre ben o servisi nasıl bulacağım? Hadi buldum derdimi nasıl anlatacağım? Hadi anlattım adresi nasıl vereceğim? Ben böyle kara kara düşünerek beyaz beyaz köpüklere bakarken, abinin biri de eve internet bağlıyordu. Bir an düşünmedim değil; bu adam internetten anlıyorsa elektrikten kablodan, doğal olarak borudan falan da anlar, yapar şu makineyi. Sonra bi silkinip kendime geldim, silkinince de beynimdeki hücreler yerine oturdu, bu fikirden vazgeçtim. Onun yerine evi tutmama yardım eden acentedeki Çinli çocuğa mesaj attım, o da bana Çince cevap yazdı. Google Translate denen uygulamayı bağrıma boşa basmadım ben! Çince-İngilizce öyle çevire yaza anlaştık, gelip makineyi yaptılar.

Sonrası bildik hikaye... İstanbul'da sekiz senede dört ev, Bangladeş'te bir tane, şimdi Şanghay'da ilk ev. Değişmeyen tek bir şey var: temizlik. Her zamanki gibi mutfağı en sona bırakıp bütün hafta sonumu fayans ovalayarak, yer silerek, dolap döşeyerek geçirdim. Bu işleri ölçülen 40, hissedilen 50 derecede yapınca; bir odadan bir odaya geçerken Hansel ve Gretel'in ekmek kırıntıları gibi arkanızda şıp şıp ter damlaları bırakıyorsunuz. En temizinden iki kilo vermişimdir.

Ertesi sabah, vücudu bu kadar eğilip bükülmeye alışık olmayan biri olarak yataktan kalkmam iki saatimi aldı. 180 derece dönüp kendimi yataktan düşüreyim dedim ama yatak odasında henüz halı yok, yer fayans, ağzı burnu bırakırım orada diye vazgeçtim. Sıcaktan şişip, fırıncı Ahmet Usta (o kim bilmiyorum, uydurdum) nın ellerine dönmüş ellerime dayanıp güç bela kalkıp güne başlayabildim ama sonunda...

Evet, artık yerleşik düzene geçtim. Çalışma iznim de geldi. En az bir sene rahatız gençler. Başımıza ne gelir artık bundan sonrasını yaşayarak göreceğiz hep beraber. Yeni hedefim en kısa zamanda bir bisiklet edinmek. Sonra bekle beni Şanghay sokakları!

Not: Yukarıdaki foto, benim 23.kattan balkon manzarası.


1 Ağustos 2017 Salı

Barika'nın kuyusu: ŞANGAY EVLERİ

Barika'nın kuyusu: ŞANGAY EVLERİ: Şangay'dan herkese selamlar! 2 yıl önce başlayan Asya macerasında Bangladeş'in ardından yeni bir perde açıyoruz: Asya kıtası...

ŞANGAY EVLERİ




Şangay'dan herkese selamlar!

2 yıl önce başlayan Asya macerasında Bangladeş'in ardından yeni bir perde açıyoruz: Asya kıtasını bir denizanası gibi kaplayan koca coğrafya Çin.
Ucu açık bir zaman diliminde buradan yayınımıza devam edeceğiz.

İlk izlenimler nelerdir diyecek olursanız geleli her ne kadar bir ay olmuş olsa da henüz kafamı kaldırıp etrafa bakacak vaktim olmadı. Türkiye ile beş saatlik ileri doğru zaman farkı iş düzenini biraz alt üst ediyor. Onun da dengesini kuracağız elbet ama şimdi başka sorunlarımız var: Ev!

Otelde yaşamanın da bir sınırı olacağı için (yani her gün odanızın temizlenmesi, toplanması, güvenlik vs derdiniz olmadan zırt pırt girip çıkmanız, bedava internet ve su gibi şeylerden faydalan dur nereye kadar) ev aramaya başladım. Bir kere de burada yazmış olayım: Bir şehri gerçekten tanımak istiyorsanız orada ev arayın.

Sokakları, caddeleri, yaşam alışkanlıklarını, neye ne dediklerini anlamanın en güzel yolu ev ev gezmek. Burada öyle kafanıza göre ha deyince ev bulamazsınız diye acenteler var. Acente dediğim bizdeki emlakçı aslında. Ve dünyada en az değişen şeylerden biri de bu meslek olsa gerek.

Internette taradığım kiralık ev sitelerinden birinden iki üç tane seçenek bulup hikayeye başladık. Acente ile metroda buluştuk, sonra başladık yürümeye. "Metro durağına yürüyüş mesafesinde" olan seçeneklerden ilki gerçekten yürüyüş mesafesindeydi, sonuçta on dakika bir şey değil. Evin içi de fotoğraflardaki gibiydi ki bu gerçekten bulunması kolay bir şey değil. E sorun ne diyeceksiniz, söyleyeyim: Evin dışı. Şöyle ki, burada anladığım kadarıyla bir kaç tane ev tipi var. Bunlardan biri "lane house"denilen eski tip Çin evleri. Genelde bir kaç katlı, küçük, ahşap evler. Daracık merdivenler ile üst katlara çıkıyorsunuz. Evlerin içi, yabancılara çekici gelsin diye direk IKEA'dan döşenmiş, iyi hoş da dışındaki merdivenlerde komşunun mutfağı duruyor, onu ne yapacağız? Yahut yan dairede paslanmış kocaman bir küvet yatıyor. Alt komşu bisikletini sizin kapının ağzına bağlamış. Evin girişinde üst üste yığılı bir milyon gazete ve bir fırın var. Yani bunları dert etmez, gözünü kapatıp eve girerseniz (her gün) evin içi on numara!

Bizim acenteye "yok koçum, bunlar bize gitmez" i anlatana kadar buna benzer bir kaç ev daha gezdik. Sonra bir zahmet bizi apartmanlara götürmeye karar verdi. Ama ona da Şangay'ın en eski apartmanlarından başladık!

Bu tarihi gezilerden sonra ben artık umudumu kesmek üzereyken sanırım ikinci ya da üçüncü acente ile dişime göre bir ev bulduk. Bu sefer de başladık çamaşır makinesi kavgasına. Eşya sahibi olmama konusunda verdiğim kararı hatırlıyorsunuz. O yüzden eşyalı ev bakıyorum. Zaten burada kiralık evlerin çok büyük bir kısmı eşyalı. Daha üzerindeki bantları sökülmemiş buz dolapları gördü bu gözler! İşte bu evde de her şey iyi güzeldi de çamaşır makinesini değiştirelim diye rica ettim. Olur ama eskisi de kalsın atamayız dediler. Yahu neden? Ne anısı var? Ev sahibinin çeyizi mi arkadaş neymiş de atamıyorum? Evde iki çamaşır makinesi ile ne yapacağım ben, ek iş olarak çamaşırcılığa gireyim bari. Zaten Şangay da pahalı şehir.

Biz bu tartışmaları yaparken atik bir arkadaşımız kaparosunu verip evi mis gibi tutuverince yine döndük başa.

Şimdi elimde son bir aday kaldı. Bunu da bugün yarın halledersem size neticeyi bildiririm. Yoksa en yakın parka gidip yatayım diyeceğim ama hava o kadar sıcak ki sabahına erimiş olurum!

Hadi kalın sağlıcakla...



29 Mayıs 2017 Pazartesi

VENEDİK'TE FINDIKKIRAN


"La ben Venedik'i yazmadım!" dedim kendi kendime bu sabah. Tabi ki Venedik'in bir yeri eksilmedi bu yüzden. Ayrıca Türk turistlerin en çok gittiği bir kaç şehirden biri olduğu için internet binlerce öneri ve yazı ile dolu zaten. Ama nasıl çok kötü olduğunu bildiğimiz halde sırf seriye olan sadakatimizden Terminatör 3'ü izlediysek Venedik'i de yazacağız. Yalnız şehir güzel, bir yanlış anlaşılma olmasın.

Floransa'dan trenle Venedik'e geçmek yaklaşık 2 saat sürdü. Bu arada bu hızlı trenler baya konforlu. Bileti internetten alırsanız ucuza da geliyor. Sonra yayıla yayıla (gerçekten), etrafınıza baka  baka yolculuk edebiliyorsunuz. Temiz, güvenli, makul.

Venedik'e vardıktan sonra bir gün önce kalacağım pansiyonun sahibinin bana attığı yol talimatı ve haritayı açtım ve valizimi çeke çeke yürümeye başladım. Gelin görün ki bu şehir, benim gibi hali hazırda zaten yol-yön bilgisi olmayanlar için tam bir sınav! Her yer su, her yer kanal, her yer köprü ve kim nereye çıkıyor vallahi belli değil! Ama güzel şehir. Güzelden öte tuhaf bir şehir. Her yeri suya çıkan, köprülerle bağlanmış daracık sokakları olan, eski ama görsel olarak izlemesi zevk veren binaları ile gerçekten değişik bir şehir. 

Yirmi köprü -ki yarısı ters yöne- geçtikten sonra otele ulaşınca valizi atıp hemen dışarı çıktım. Elimdeki haritada görülmesi gereken yerler işaretliydi ama o gün için istediğimin bu olmadığına karar verdim. Hava güzel ve güneşliydi. Ben de haritayı çantama tıkıp nereye gitmeye çalışırsam çalışayım zaten olacak olanı yapıp kaybolma üzerine bir güne başladım. İnanın Venedik'i gezmenin en güzel yolu bu. Rastgele o köprüden o köprüye atlayarak dolaşın. Her zaman güzel bir yerlere çıkacaksınız. Ayrıca çok kaybolmak istemezseniz şehrin her yerinde asılı olan San Marco Meydanı tabelalarını takip ederek direk meydana da ulaşabilirsiniz.

Pek çok kaynağa göre dünyanın en güzel meydanlarından biri sayılıyor San Marco Meydanı. Ben, meydanı ikinci gün biraz daha planlı gezme safhasına bırakmıştım. İlk gün o aylak gezmelerim beni meşhur Rialto Köprüsü'ne çıkardı. Çantamdaki minnak köpüklü şarap ve plastik bardağımla suyun kenarına oturup milyonlarca turistin etrafta gezinip sağa sola bakmak yerine fotoğraf çekmek için harcadıkları zamanı izledim. Bu arada bu bahsi geçen milyonlarca turistin yarısı Türk, kalan yarısı da Rus! Ülkemize bir süredir gel(e)meyen Rus turistler nereye gidiyor sorusunun cevaplarından biri İtalya. Diğeri de Phuket ama bunu daha önce anlatmıştım, bir zahmet okuyuverin. 

Bana bunlardan daha ilginç geleni ise Venedik'in simgesi olan (ve çok pahalı olan) gondollara binenlerin sadece Uzakdoğulu turistler olması oldu. Tüm gondollar Çinli, Japon falanlarla doluydu ve hiç de öyle sandığım gibi romantik romantik çiftler halinde gezenler yoktu. Sanırım, bir yerin aşırı turistik bir hale gelmesi orayı çekici kılan unsurları etkisiz hale getirebiliyor. 
Bu arada Venedik'te bir sürü maske dükkanı var, hani şu meşhur festivalde taktıkları maskeler. Bunların çoğunda kendi maskenizi yapabiliyorsunuz da. Bazıları inanılmaz işçilikler içeriyor. Taşlar, simler, tüyler, el boyamaları ile bakmaya kıyamazsınız. Bu maske yapan-satan dükkanların yarısının vitrininde Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı) filminin maskelerini yaptıklarında dair iddialar var; ilk gördüğünüzde "oha" diyorsunuz da sonra bir kaç dükkanda daha görünce "he okey" deyip geçiyorsunuz.

Bazilikası, gözetleme kulesi ve bütün meydanı çeviren ofislerden oluşan dev yapısıyla hakkını verelim ki gerçekten etkileyici olan San Marco Meydanı, efsaneye göre bir tek Casanova'nın kaçabildiği hapishanesi ile Dükler Sarayı, üzerinden mahkumların geçirildiği ve mahkumların Venedik'i son görebildikleri yer olduğu için bir ah çektikleri Ahlar Köprüsü benim aklımda kalan güzel yerleri oldu. Bu tarihi turun öğleden sonrası tam bir sağanak yağmur bastırdığı ve akşama kadar dinmediği (batar mıyız lan dedirtecek kadar çok yağdığı) için bana barın birine sığınıp içmekten başka yapacak bir şey de kalmadı. Mekanın deli garsonu, sokaktaki delinin de bara sığınması derken akşama doğru bardan hepten tımarhaneye dönünce azcık diner gibi yapan yağmuru fırsat bulup mekan değiştirmeye karar verdim. Sonrası da ayrı cümbüş! Önünden geçtiğim başkabir barın birinden öyle hareketli bir müzik ve kahkahalar geliyordu ki dayanamayıp içeri bir bakmak istedim. İyi ki girmişim; çok tatlı bir gay çiftin bekarlığa veda partisinin ortasına düşüverdim. Ben ne kadar kenardan izlemek istediysem de onlar buna izin vermediler. Aileleri, arkadaşları ile beraber yaptıkları evlilik (İtalya'da geçen sene yasalaştı) kutlamalarına kendilerine bir adet Tarkan şarkısı çalıp (Kiss Kiss ya da nam-ı diğer Fındıkkıran) hepsini oynatarak dahil oldum. Berbat bir kültür elçisiyim, biliyorum, üzerime gelmeyin. 

İtalya'daki son akşamı da bu deli dolu tiplerle geçirdikten sonra bir gece pizzası yiyip (bkz: neden tatilde kilo aldım) sabahın körü treninden önce uyumaya otele döndüm. Zira dönüş uçağım, Venedik'ten alırsam dört katını ödeyeceğim için vazgeçip rotamı yönelttiğim Milano'dandı. 

Sonuç olarak İtalyanlar eğlenceli insanlar. Yemeyi içmeyi, muhabbet etmeyi seviyorlar. Şehirleri güzel, yemekleri güzel, iklimleri güzel. Beni hayal kırıklığına uğratmadılar hatta geçirdiğim son bir kaç aydaki bazı şeyleri daha iyi anlamamı bile sağladılar. O da bana kalsın... 
Yine gidip yine göreceğim eminim. Özellikle de kalbimde ayrı bir yer edinen sevgili Floransa'yı... Fırsatınız olursa siz de gidin görün falan ama tek bir uyarım var; yola çıkmadan önce en az bir kaç kilo vermiş olun. 

Ciao!