30 Mayıs 2012 Çarşamba

barika'nın kuyusu: SEVİŞİN!

barika'nın kuyusu: SEVİŞİN!:   Ey ahali, size diyeceklerim var: Sevişin! Bulduğunuz her yerde, her boş vakitte sevişin! Gece gündüz demeyin, yer yatak aramayın, aca...

SEVİŞİN!



  Ey ahali, size diyeceklerim var: Sevişin! Bulduğunuz her yerde, her boş vakitte sevişin! Gece gündüz demeyin, yer yatak aramayın, acabalarınızı keşkelerinizi dövdürtmeyin bana da sevişin. Çünkü bir zaman sonra sevişemeyeceksiniz.
Bu gidişatın devamı, evlilik dışı ilişkiyi yasaklamaktır. Başımıza, kapımıza, mahallemize zabıtaları dikip; evlilik cüzdanı olmayan kadın ve erkeklerin halvete girmesini engellemektir. Padişahım çok yaşasın!
Zaten bunca nesildir yorganın altına, kapının ardına, duvar diplerine, köşelere, arkalara sakladığınız isteklerinizi yeterince bastırmadınız mı? Şehvetin ya da tutkunun baş harfinden dahi korkup, yeterince özünüzden ve yaratılışınızdan kaçmadınız mı? Hah şimdi bir de, devletlümüz eliyle o yorganlar üzerinizden çekilmeden sevişin.
Az kaldı, size nikahı basmayan adamla değil aynı yatağa, aynı odaya bile giremeyeceksiniz ey avratlar! Silkelenin ve kendinize gelin.
"Savaşma seviş" diyenler bilememişler ki bir zaman sonra sevişebilmek için savaşmak gerekecek. O yüzden ey ahali, bir kez olsun öngörünü kullan. Yakındır sokak aralarında, mahallelerde saçlarından çekilip getirilip meydanlarda taşlanacakları seyreylemek. Neme lazım, o zamana kadar, sevişin.

29 Mayıs 2012 Salı

İKİ BACAĞIMIZIN ARASI


Son zamanlarda doğurup doğurmayacağımıza, kaç tane doğuracağımıza, nasıl doğuracağımıza bizim yerimize karar vermeye çalışanlara bir önerim var: neden bir taraflarınızı kesip bu işi kendiniz yapmayı denemiyorsunuz?
Yüzyıllardır mutlak monarşilerle, diktatörlüklerle, totaliter ve hatta otoriter rejimlerle yönetmeye çalıştığınız o iki bacağımızın arası var ya; hah işte orası bir cumhuriyettir! Tamamen özgür ve tamamen bize ait bir cumhuriyet. Onun sayesinde varolmanızdan ötürü müdür bilinmez, merakınız ve düşkünlüğünüz tarafımızca su götürmez ama yeter!
Bunun tecavüzü, zorla evlendirilmesi, doğum kontrolünden bihaber yetişen nesilleri, bastırılmış güdüleri, seks hakkında konuşmaya dahi korkan koca koca insanları, tacizleri, fakirliği, parasızlığı, cahilliği, olanaksızlığı, eğitimsizliği, yalnızlığı, aile içi şiddeti, aile dışı şiddeti, sevgisizliği, hastalığı, psikolojik rahatszılığı, fiziksel engelleri, sosyal engelleri ve daha neleri var ama anlatsam da o kalın ve karanlık kafalarınız almayacağı için kendimi yorduğumla kalırım. O yüzden en kısasından; bir çekilin iki bacağımızın arasından!

28 Mayıs 2012 Pazartesi

SIRADAN BİR CUMA



Bir günde kaç yerde olabilirsiniz? Başlıyoruz.

08.30 Bağcılar, Ofis

İstanbul'un bu "güzide" iş merkezinde ki, taşınma nedeniyle mülteci kampından hallice görünen ofisimizde sıradan bir Cuma sabahı. Arkada ki toplantı odasında yapılan kahvaltı ve sohbetin ardından en geç saat 10'da çıkma gerekliliği nedeniyle bilmem kaç tane mailin içine gömülme. Bu arada Cem de abisini evlendirmeye gitti, yan sandalye boş. (Canım, adını zikrettim ama artık neyse, idare et. Hem sen benim menejerim değil misin?)

10.18 Hala Bağcılar, Ofis

Sem, ben sana "10'dan önce çıkalım" diyorum ama saat 10 olmuş sen hala kumaş, renk vesaire şeklinde oyalanıyorsun! Bak hala konuşuyor. Dedim ve sonunda saat on buçuğu biraz geçe sinirini bizden çıkarmaya kalkışan bir taksicinin arabasına binebildik. Doğruca Yenibosna Metrobüs.

12.06 Galata, Avusturya Hastanesi

Şu kadın doğum uzmanlarının kulaklarını te öteki taraftan tutmasını bir anlasam! Kadının sorduğu soruya bak: "evli misiniz?" Canım teyzem, bana neden asıl derdini sormuyorsun ki biz de hızlıca işimize bakalım. Neyse ben ona cevabını direkt verdim zaten. (Bunu değil de ben size bir ara şu meşhur MR ve ultrason hikayemi anlatayım. Aleme bayrak oldum.) O da elimde bir test listesi tutuşturdu sağ olsun.

13.15 Galata, Dönerci

Sem açlıktan bayılmadan (ben de acıktım da çaktırmadım artık) kulenin dibinde ki dönerciye tünedik. Şu mübarek kulenin etrafında döndüğümüz sürece, ne için orada olduğumuzun hiç önemi olmadan, kendimi iyi hissediyorum. O taşlarda acayip bir şey var, bir şey yayıyor, ne bileyim huzur gibi. Bunu en belirgin şekilde yayan şeyin taş bir kule olması benim acınası hayatımıalskkşkakşlşlaldşlfiaşldlşlia neyse...

13.38 Şişhane, Metro

İstanbul'a taşınalı altı sene bitti, yedinci senedeyiz. Ve ben Şişhane metrosunu yeni keşfettim. Düşünün! Ya ben bilseydim, Meydan'da indiğim ama Tünel'e koşmak zorunda kaldığım akşamlarda bunu kullanmaz mıydım? Deli miydim, zorum neydi? Ne biçim arkadaşlarsınız, biriniz bile bana bunu söylemiyor! (Bu arada bu metroya aynı günün içinde üç kere binmek zorunda kalmam da ayrı bir olay)

14.30 Bakırköy, Titanik Otel

Bir masanın etrafına yedi tane kadın koyun ve kocalarından bahsetmelerini isteyin. Daha fazla bir şey anlatmayacağım.

16.15 Bakırköy-Taksim Sarı Dolmuş

Sabahtan beri beklenen oldu ve yağmur patladı. Harika! Aylardan Mayısın sonu ama hava, yakasını bir türlü Mikail'in gazabından kurtaramıyor. En arka köşe koltukta, kucağımızda karışık kuruyemiş-çerez tabağı (Valla diyorum. Kuru incir, kuru kayısı, fındık, ceviz.. Elimi tabaktan uzak tutamıyorum ki!), katır kutur gidiyoruz. Aslında gidemiyoruz, çünkü "yağmurlu istanbul" trafiği, Cuma trafiği ile birleşmiş vaziyette.

17.45 Nişantaşı, Top Shop

Elbise bakmaktan ve denemekten nefret ettiğimi söylemiştim değil mi? Bir de o elbiseleri sanki 14 yaşında kızlar ama beli on santim olan kızlar giyecekmiş gibi yapan tasarımcılardan nefret ediyorum! Bak ben, tipik, normal, sıradan bir Türk kadınıyım (üst bölge hariç). Yani o elbiseler ancak benim bacağıma girer. O nasıl bel ya! Öyle beli olan bir kız bulun bana getirin de iki makarna falan pişireyim, yesin gariban. Bir de elbisenin yanlarını transparan yapmışlar ki vücudumuzda ki doymamış yağ oranı iyice ayyuka çıksın. Sağolun! Ben ne giyeceğim şimdi? Kaldı on gün, of! (Not: O bahsi geçen bele sahip kızı burada yazılanlardan on dakika sonra metro merdivenlerinde gördük. Bıçağı alayım...)

19.30 Şişli, Sürmeli Otel

Taksim'den Mecidiyeköy'e (metro müzisyenlerinin hepsiyle ahbap olmak üzereydik artık çünkü bu aynı günde sanırım beşince metroya binişimizdi), oradan yürüyerek Gayrettepe'ye, bir dakika düzelteyim, yüzerek Gayrettepe'ye. Yol boyunca seksen yerde satılan beş liralık streç filmden yapılma şemsiyelerden almadığımız için sıçana döndük. Ama ne yağmak! Bir de onca yolu ayağımızda bez ayakkabılarla yürüyünce zaten dizlerden aşağısı dere boyu kavaklar. Yukarıda, kapşonun içinde kalan bölge sağlam ama sonrası yok. Otelden içeri girdiğimizde -ki ben almayacaklar bizi sandım- burnumun ucundan su damlıyordu.

21.50 Taksim, Nevizade

Meyhanenin üst katında ki kızlar masasında, sırtım orkestraya dönük, çorabımı değiştiriyorum. Adam artık beni tanımış (İco'nun da katkılarıyla) "ne istersin" diye olanca ihtimamıyla geldi, dedim "en çabuğundan ve en soğuğundan bir bira, başka da birşeycikler istemem". Sağ olsun, bütün gece ben daha boş bardağı koyarken dolusunu getirdi. Karşı masa Malatyalı çıktı, ben de kadehimi alıp onlarla "şerefe" yapmaya gittim. Bir de o masada ki mavili abla, ya abla bir yerlerde ders veriyor olsa kesin hepimiz yazılacaktık. Erkek nasıl baştan çıkarılır? Nasıl sessiz sessiz ayartılır? Süper hoca olurdu. Ha bir de orkestracım, canım, abilerim ablalarım, çaldığımız şarkılara dikkat edelim. Bazılarının bazılarımızda hatırası var. Hah sen gir o "bu fasulye yedi buçuk lira" dan, oh be!

Not: Bugüne emeği geçen tüm metrobüs, metro, sarı dolmuş, taksi vs ve Galata Kulesi'ne teşekkürü bir borç bilirim.
Ha bu kadar da değil, bu günün ertesinde de bir Ereğli yolculuğu var.



Hala Geç Değil | METROSFER Özgürlük, Özgür Haberle Başlar

Hala Geç Değil | METROSFER Özgürlük, Özgür Haberle Başlar

27 Mayıs 2012 Pazar

GEREKSİZ

Sabırlı erkekler, sabırsız erkekler... Sabır ve erkek, aynı cümlenin icine oturmuyor. Su anda önümde bir kahve fincanı ve bir şarap kadehi duruyor. İkisi de boş. Onceden, yaptıklarımı ya da söylediklerimi bu kaplardan hangisini seçtiğimin etkilediğini sanıyordum. Sonra birisi bana bir cümle okuttu: "Sarhosken söylenen her şey, ayıkken düşünülmüştür." Son zamanlarda duydugum en doğru cümle olabilir. Kendimi düşündüm, evet, ben de sadece cesaret bulmak için bahane ediyorum şarabı. Çünkü söyleyeceklerim de, yapacaklarım da çok onceden belli aslında ve ben dahil kimseyi şaşırtmıyor sonuclar. O kadar ki, sonradan anlattığım insanlar "belliydi zaten" diyebiliyorlar. Kendimi kandıramadigim gibi onları da kandiramiyorum. Zaten hep niyetimiz belli değil mıdır? Daha ilk dakikadan hatta saniyeden, o ikircikli hissin gelip oturduğu andan itibaren. Sonrasında ki süreci istediğiniz, istediğimiz kadar uzatalım; aynı yere çıkarız. Çıkacağız. Sabırlı ve sabırsız erkekler... Sabır, hep benim iyi bir huyumdu ama bazı konularda çok istemekten kaynaklı sabırsızlığım da hakikaten beni yoruyor. Önümde şimdi o sarap kadehi ve kahve fincaninin yaninda bir de çilekli çikolata var. Bu durumda bilin bakalım hangisini sectim?

24 Mayıs 2012 Perşembe

BALONDAN İŞLER



Sevgili Blog,

Çok harika haberlerim var ajsjkjddjaldşkdk yok lan, bir şey yok. Biletleri kestirdim, gidiyorum. Hadi yine iyisin. Bi takım arkadaşların da (arkadaş derken lafın gelişi tabi ki) gözleri aydın. Şaka şaka, onlara ne. İyice saçmalamadan susayım ben en iyisi. Zaten bugün saçmalama limitimi doldurdum. Çok allı ve morlu bir haldeyim, tadımdan yenmiyorum.
Kendim için bir şarkı katayım hemen buraya:
http://www.youtube.com/watch?v=KMF602pBPeY&ob=av2e

Ben başka birşey anlatcağım: Şu anda etrafımda ki bütün ilişkiler sanki dev bir sabun balonunun içinde gibi. Hani çocukken yapardık ya; bulaşık deterjanını suyla karıştırır, sonra da içine batırdığımız mandalı üfleyip baloncuklar yapardık. Şimdi onların makineleri çıktı (her şey gibi), Taksim'de falan adamlar üzerinize üzerinize baloncuk yağdırıyorlar. Neyse işte, o balonların büyük ama baya büyüklerini düşünün. Yüzeyi sanki yağlı gibi parlayan ve renkleri birbirine girmiş sıvı bir gökkuşağı tarafından kaplanmış gibi duran kocaman bir sabun balonu! (bunun başka bir adı varsa bile ben bilmiyorum) İşte iki kişi o balonun içinde ilişki yürütmeye çalışıyorlar. Öyle ki, içeriden biri ya da dışarıdan biri çepere azıcık fazla yaklaşsa, bum! Aman ne sağlamlık, ne sağlamlık... Şunun, bunun, hangisinin suçu olduğu -ki ilişki iki kişiden oluştuğuna göre (yani umarım iki kişidir) bu durumda iki suçlu vardır- önemli değil, sadece bu kadar hassas, bu kadar ince, bu kadar narin olmasına gerek yok. Tamam, biz de tuğladan duvarlar örün demiyoruz ama yani, bu kadar da olmasın ama değil mi? Sonra "neden herkes bu kadar gergin?" Gergin olur tabi (yazının burasının yukarıda eklenen Ajda abla ile ilgisi yoktur, ayıp ama). Kımıldasalar, etraflarında ki balon patlayıverecek. Onlar da, ne birbirlerine ne de kendilerine mesafe bırakmadan, kıpırdamaya korkarak yaşamaya çalışıyorlar. Ben ilişki denen şeyi, yanında rahat ettiğin biriyle birlikte olmak ya da birinin yanında rahat etmek sanıyorum. Gerçi ben ilişki nedir pek bilmiyorum ama öyle olması gerek gibi geliyor. O yüzden de bu gerilimleri gördükçe bana ikide bir söyedikleri şeyi düşünmüyor değilim "ne gerek var". Yok be! Gerek vardır elbet. Yani, sanırım...  Bilmiyorum.

Bu arada konudan tamamen alakasız bir yerde (bu, ayrı bir yazıya konu olacak zaten) şu var: Marvel, ilk eşcinsel düğününü yapıyor! http://www.dipnot.tv/30876/cizgi-romanda-bir-ilk--X-Men-%E2%80%98de-escinsellerin-dugunu-var.aspx#.T7535CGXPZQ.twitter
Haber orada, bunun üzerine hikaye yakında burada.Ve benim bir çizgi romanın içinde yaşama isteğim giderek artıyor. E herkes bir Tony Stark değil!

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ömür dediğimiz şey | METROSFER

Ömür dediğimiz şey | METROSFER

UY-KU-LUK



 Her şey normaldi. Jack Kerouac'ın Yeraltı Sakinleri'ni okuyordum. Leo, Mardou'yu anlatıyordu. Mardou'nun uyluklarını... Ve bir küvet. Uyuyakalmışım. Rüyamda kendimi "Godot'yu beklerken" buldum. Ama bu diğer beklemelerden farklı bir beklemeydi. Uyluklarla ilgili bir bekleme... Konuşmak ya da dinlemek istemiyordum, hem de hiç istemiyordum. Konuşsun istemiyordum. Sadece gelsin istiyordum. Geldi mi bilmiyorum. Ne oldu bilmiyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hiçbir şey. Sadece... Diz çöktüğümü hatırlıyorum ama önünde mi üzerinde mi bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda ki bu ani bir açıştı. Sanki uzun süredir nefesimi tutmuşum ve bu son saliseymiş gibi, can hıraş bir uyanıştı. İlk beş saniye nerede olduğumu algılamaya çalıştım. Ve havanın aydınlık mı karanlık mı olduğunu. Soğuk, çok soğuk bir şey içmek istedim. Ne olursa. Hala elimde duran kitaba baktım. Son satıra; Mardou'nun ısıtmak için ayaklarını Leo'nun uyluklarına gömdüğü satıra. O kadar... Tuhaf. Tuhaf ama bu kadar. Sonra her şey yine normale döndü ve ben sayfayı çevirdim.

Not: Jacob Pritchard, insanları kendi yataklarında çeken bir fotoğrafçı. Yukarıda ki resim de bunlardan biri. İşleri için: http://www.jacobpritchard.com/#/projects/pictures-in-bed/pics_in_bed_004

21 Mayıs 2012 Pazartesi

HORTLAK



Şu "Peçete" li yazıyı ( http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/05/mektup_04.html )hatırlıyorsunuz değil mi? Hatırlayın. Ben de hatırlıyorum. Herkesin hayatında o anda önünde duran bir peçeteye, bir kağıda, ne bileyim gazetenin pazar ekinin kenarına, kitap sayfasının köşesine içinde ne varsa kusmak istediği bir an olmuştur sanırım. Bende de böyle anların "küt" diye geldiği yerler ve buna sebep olan insanlar oldu. Oluyor. Korkarım ki olacak da.
Öyle zamanlarda hep bir şeyler, yazdım, karaladım. Yoksa olacaklardan, yapacaklarımdan korktum. Kişiler değişti ama ben bir türlü değişemedim. Üstüne üstlük bir de onların değişmelerini umdum. Fark etmelerini, aymalarını, anlamalarını, öğrenmelerini, görmelerini... Halbuki ilk saniyede aymadıysa insan bir şeye, üzerinden asır geçse aymaz, unuttum. Hem herkes aynı yerden bakmıyor ki resme. Öyle olsaydı, bunca tartışma olur muydu? Gül gibi sevişir giderdik.
Bugün, Gamzem bana bir mail attı. Daha doğrusu bir zamanlar benim ona attığım bir maili bana geri yönlendirdi. Oradan çıktı bunlar. Te sandığın diplerinden. Tarih 2008'in Mart ayı. Hiç hatırlamıyorum. Hafızamdan sildiğim bir döneme ait. Yazıyı, bu yazıyı yazdığımı da hatırlamıyorum. Ama okuyunca hatırladım neden yazdığımı; içim acıdı. Kendi içimi nasıl da kanırtmışım, nasıl da acıtmışım yuh bana! İnsan kendisine nasıl yapar bunu? Değer mi? Değmedi. Basbaya boşa gitti.
O gece, bahsi geçen yerde tek başıma kalıp, midyecinin önünde nasıl ağladığımı, sonra barın birine girdiğimi, oradakiler -ki hepsi arkadaşımdı- anlamasın diye nasıl çırpındığımı gayet iyi hatırlıyorum. Kişisini ve sebebini s*tir edin; ben yarasını hatırlıyorum.
Çünkü ondan, o geceden tamı tamına iki hafta önce, bir barın önünde ki bir masada aynı adamın beni öptüğünü de hatırlıyorum.
Ve bundan nereden baksanız iki yıl sonra, terası manzaralı, yüksek tavanlı bir ofiste, birinin elinden kaçmak için nasıl çabaladığımı; kalbimin nasıl sıkıştığını da hatırlıyorum.
Olayları zincirlerle birbirine bağlamanın sağlıksızlığını sonradan öğrendim. Bir yara, başka bir yaranın üzerinde açılmıyor. Geçmişinde ki yüzünden bugününe şans veremeyen daha doğrusu vermeyeni görünce, bir kere daha anladım; ben doğru olanı yapıyorum, unutuyorum. Günlük acıları çekiyorum. Dibini görsem de en azından dipte kalmıyorum. Evet, belki çok konuşuyorum ama hiç olmazsa içimde tutmuyorum.
Bugün, bu bahsi geçen mailin muhatabı nerede, ne yapıyor, hiçbir fikrim yok. Bir önemi de yok. Bu olayın öznesi çoktan "ben" oldum. Peçetenin muhatabı ise, artık sahibi. O nerede, ne yapıyor, bu konuda da fikrim yok. Bu olayın öznesini sorarsanız...
Geçmişten gelen bir şeyler benim bugünümü hortlatıyor. Buradan anlayabilirsiniz o günün öznesine bağlılığımı, geçmiştekileri yok sayarak hem de! Bu geçmişimi inkardan değil, tamamen farklı. Sadece bugünün öznesine odaklanmamdan. Zamanında gelip geçenlerin günahını bu sabi sübyanlar mı çeksin? Neden? Ne suçları var? Ne suçum var (dı) ?
Her neyse, o kadar anlattım da buraya koymayacağım sanmayın. Buyrun okuyun:

"Bu hayatta en zor şeylerden birini daha öğrendim tecrübe ederek...
Aşk dediğimiz şey zaten tecrübelerden ibaret.
Her tecrübe biraz daha kapatıyor kapıları.
Biraz daha sıkıyor kilitleri.
Biraz daha derine gömüyorum her seferinde içeridekileri.
Çünkü canının ne kadar daha yanabileceğini tecrübe ediyor insan aşık olduğunda.
Ve kendini ne kadar korumak istersen iste ya da kendini ne kadar korumaya çalışırsan çalış aslında tek istediğin sana acı çektirecek kadar çok yaklaşmak ona...
O zaman şikayet etmenin ne anlamı var?
Bir anlamı yok...
Zaten benim bir şikayetim de yok. Çünkü ben bilerek, isteyerek ve geçmişten bunu tecrübe etmiş olarak geldim buraya. Hepsini göze alarak geldim.

Ama zormuş…
Deli gibi aşık olduğun adamı koca bir geceden sonra kendi ellerinle başka bir kadının yatağına göndermek. Ve sadece arkasından bakmak, sadece bakabilmek, elin kolun düşmüş, o sokağın köşesinden yürüyüp gidişini görmek. Sonra geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi insanların arasına karışmak. Evet aşık olmak can yangısını göze almaktır ama bu yangı zormuş, çok zormuş.
Ben yeniden Galata kulesinden bakmak istiyorum bu şehre... Çünkü o zaman daha anlaşılabilir, daha kabullenilebilir, daha sevilebilir duruyor...
Belki daha rahat kabul ederim o zaman insanların birbirinin içine geçişlerini ve bu geçişlerin yer-zaman-mekan sınırı tanımadan, kimi kırıp kimi kırmayacağına aldırmadan gerçekleşmesini...
Belki o zaman gözümü kapatmak, devam etmek, yol almak, aldırmamak daha kolay olur.
İçerden bakınca yani bu kadar yakından, yürüyüp gidenler sanki üstüme basıp geçiyorlar. Farkında olmadan.
Bağlanmak, alışmak, onu bir parçan yapmak, onun bir parçası olmak, ait olmak, sahip olmak, soluk almana, hayatta kalmana, gülmene, ağlamana sebep yapmak, utanmamak, sıkılmamak, elini uzatsan tutacakken parmağını bile kımıldatamamak…
Falan filan desem
Bende yoruldum galiba artık bu tarih tekerrüründen
Bırakalım peşini gitsin desem ama sol tarafı tamamen kesip atmak demek…"

OYALAMA BENİ

Bu bir oyalama ve oyalanma yazisidir. Ankara'da bir gece yarısı yazılmıştır.

*Bi tişört varmış, üzerinde "ruh öküzümu arıyorum" yazan. Hah iste ben ondan istiyorum. Gerçi buldum sanmıştım ama sanırım yanılmışım. O yüzden aramaya devam.
*Kaşımda ki zımbırtıya sürmem gereken pomadı annem, benden daha çok takip ediyor. Yine söyledi şimdi "yatmadan sür" diye. Ben de her seferinde kendi kendime "yatmadan önce oje sürmeyeyim" diyorum ama yine sürüyorum. Bu sefer bi de kurusun diye bekliyorum, uykum geliyor falan. Yalnız renk çok güzel oldu, söyleyeyim.
*Uzun ve ayrıntılı bir Ankara yazısı hazırlıyorum. Yarın ya da öbür gün yayınlayacağım. Bir kaç yer öğrendim, takip edin.
* Su aralar babam, benden daha çok kitap okuyor olabilir. Olabilir. Evet.
*Su anda televizyonda Baba var. Vaftiz sahnesi... Baba, kilisede vaftiz törenindeyken; ekip dışarıda intikamın hasını aliyor. Bizde #ezikböcek le ağzımızın suyu akarak izliyoruz. Bu arada benim favori sahnem "at kafası" sahnesidir. Heyt be!
* Çin yemeği denince ayarımı kaybedip, insanlıktan çıkmış gibi yememin bir açıklaması olmalı. Bir kazan sebzeli erişte ve ananaslı tavuk yedim yahu!
* Annem, #ezikbocek in eve aldığı aslanağzını görünce "en tırt çiçeği almışsın sen de" dedi. Bütün sabah buna güldük. Annem, bir şeye "tırt" dedi ya! Zaten o çiçek iki güne kalmaz mefta olur.
* Elbise bakmaktan, almak zorunda olmaktan, almaya çalışmaktan nefret ediyorum. Fena halde sekilsiz bir vücudum olduğu için hic öyle "ay tam oldueaeae" dediğim bir deneme ani olmadı. Yok üstü pot olur, yok boyu uzun gelir, yok poposu dar gelir. Kaburgalarimi saymıyorum, göbeğimi söylemiyorum bile. Zaten bir sıkılıyorum ki o soyunma kabinlerinde; çığlıklar atarak çıkasım geliyor. Bir de her elbiseye pul payet, fiyonk felan koymanız şart mı? Neyse, yine elim boş döndüm ama azimliyim. Dahası mecburum. İki haftaya bu isin hallolması lazım.

Muhatabına not: Cengiz Özkan , Ben Bir Ceylan Olsam. Dinle derim... Tabi dinlemediysen.

18 Mayıs 2012 Cuma

ANKARA'NIN TAŞI



Sevgili  Blog,

Tura bu akşam Ankara ile başlıyoruz. Ankara nedir, ne değildir bunu döndüğümde konuşacağız zaten ama ondan önce Ankara eskiden neydi benim için, size onu söyleyeyim.

Ben çocukken sık sık geldiğimiz, soğuk ve ayazı bol şehirdi Ankara. Gözümde hep gri, hep koyu, hep karanlıktı. Hala da öyledir. Bir keresinde kışın çok karlı bir zamanında, Dikmen'deydik. Hala hatırlıyorum, o yokuştan arabaların nasıl kayarak in(eme)diğini ve inene kadar da nasıl sürekli birbirlerine geçirdiklerini. Tabi biz bunu evin penceresinden izliyorduk ama evde de elektirkler kesilmişti. Tam kış felaketi! Bundan bir kaç hafta önce apar topar bir gece yarısı gittiğimdeyse, o günün sabahında tepemizde boza pişiren bir güneş karşılamıştı bizi. Ki buradan sizin de anlayabileceğin gibi sıcağı, soğuğu kadar çekilmezdir. Karasal iklim işte, canım ya...
Eminim iyi tarafları, yerleri, kişileri, mekanları vardır. Her şehrin vardır. Da işte deniz yok ya. Valla klişe olsun diye söylemiyorum ama ben 30 (tamam la 31) yılımı hep deniz kenarı şehirlerin, denize bakan taraflarında geçirdim. Suya doğdum resmen. Arıyorum arkadaşım ne yapayım. Hem siz ne derseniz deyin, fark ediyor. İçinden deniz, nehir, göl bilimum su geçmeyen şehrin insanı ile bozkırın insanı fark ediyor. Gerçi o "deniz kenarı insanı" hep bir rahat, hep bir gevşek olduğundan acayip sinir bozuyor ama yine de ne bileyim işte.
Tepenin birinden uzaklara, bir manzaraya bakarken gözünüz deniz aramaz mı? Biri rakı dedi mi, aklınıza deniz kenarında masalar gelmez mi? Canınınızın en sıkkın, ruhunuzun en bıkkın olduğu zamanlarda bir su kenarına inmek size iyi gelmez mi? Bana gelir. Belki balık olmamdandır belki değil, canım sıkılınca suya değdiğim an içim açılıyor. Lan bulaşık yıkasam iyi geliyor, o kadar! O yüzden sanırım içinden su geçen şehirlerde iyiyim ben. O yüzden sanıırm o tepemizde boza pişen gün, onca derdin arasında sabah kalkıp ilk iş arabayla Gölbaşı'na gittik. Aha da su diye... O yüzden sanırım ne zaman bir göl kenarından geçsek babama arabayı durdurtup, inip ellerimi ayaklarımı suya sokmadan yola devam edemedim. Ya da bir yerde denize yaklaşabiliyorsam, nehire inebiliyorsam hatta parkta kıçı kırık bir fıskiye bile olsa; tüm o sulara değmeden içim rahat etmedi. En son bu sene Nisan ayında, Seferihisar'da denize girerek kendi rekorumu da geliştirdim. Aferin.
Demem o ki; Ankara başkentimizdir, canımızdır, falandır filandır. #ezikböcek'in yeni evidir, o yüzden kıymetlidir. Bu aralar Bezhat Ç. sayesinde gözümde daha da bir kıymetlidir. (galiba aslında Bezhat Ç. benim gözümde acayip kıymetlidir; adam Tokatlı olsa, Tokat'a kıymet vereceğimdir.) Ama biraz kurudur işte sanki. Kuraktır. Bana bir tren mesafesindedir fakat tren seferleri durdurulduğundan can sıkıntısıdır. Şehirler arası otobüs firmaları konusunda tecrübelerime tecrübe katmaktadır. Uçak mı? İzmir aktarmalı İstanbul-Ankara uçağı var, haberiniz var mı? (Ayrıca Ankara aktarmalı İzmir-İstanbul uçağı da var) Hani böyle çok fena halde hava alanı hava alanı gezesiniz varsa, tercih edebilirsiniz. Ya da insan bir yerden bir yere uçakla, otobüsle gittiğinden daha uzun zamanda gidebilir mi diye denemek isterseniz nefis bir seçenek olabilir. Ben zaten Esenler, Dudullu, Samandıra, İzmir otogar, Aşti beşgeninde seçeneklerime seçenek katıyorum.

Muhatabına not: Bazen diyorum ki; o otogarlarda benim gördüklerimi "sen" görseydin; ne yazılar yazardın, ne muhabbetler kurardın. O kadar iyi biliyorum ki bunu; görebiliyorum. "Sen"i tam o anda, orada insanlarla konuşurken görebiliyorum. Bu da benim lanetim.

17 Mayıs 2012 Perşembe

PEYNİRLİ MAKARNA

    Ben çekyatta, ayaklarım sehpada, peynirli makarna fırında, beyaz şarap dolapta oturuyorduk. Baya da keyifliydik. Televizyonda ki yarışma programını izleyip; sorulara, yanımda kimsenin olmamasından kaynaklı baya desteksiz sallayarak cevap veriyordum. Ama tutturuyordum. Ya tamam kendime haksızlık yapmayayım boşuna, aslında çok zekiyim ve baya baya da cevapları biliyordum. Kafamın çalışmadığı noktalar genelde başkaydı zaten. Az sonra bunu bir kere daha teyit edecektim. Telefona mesaj geldi. Şu “dididit” sesi kadar sinirimi bozan bir ses daha yok. Ama sinirimi bozan başka bir şey var; mesajı atan. Mesajı okudum:

“Hayatım, ne yapıyorsun? (Sormak için sordum, aslında cevabına ihtiyacım yok, bu sadece bir girizgah yapmak içindi). Ben bu akşam gelemeyeceğim, iş yerinden çocuklarla beraber yemeğe gitmem lazım (Lazım çünkü gitmezsek o restoran batacakmış. Biz tek ve son umuduymuşuz. Hatta bizim çocuklar da gitmezsek açlıktan öleceklermiş. Düşün! O yüzden lazım.) Ben seni sonra ararım, çok öpüyorum.”

Şimdi sen beni bu akşam ekeceksin, gelmeyeceksin ama bunu benimle konuşacak kadar göt sahibi olmadığın için mesaj atıp haber vereceksin. Sen yarın bir gün de benden mail atıp ayrılırsın. Ben bu teknolojinin de, bunun arkasına sakladığınız yüreksizliğinizin de… şeklinde söylenip elimde ki cep telefonunu, çekyatın diğer tarafına doğru savurdum. Hiç de keyfimi bozamazdım. O makarna var ya, harika olmuştu biliyordum. Ben o peyniri ta İzmir’den getirdim. Hatta gelirken yanımda getirdiğim roka, reyhan, radika falanla yapılmış halis mulis zeytinyağlı salatayı yemeyecekse de hiç üzülmeyecektim. Hele de buz gibi soğumuş beyaz şarabı içmeyecekse, umurumda değildi. Ben içerdim. Ne olacaktı ki? Ama çekmecede ki yeşil dantelli şey konusuna gelince, onu bir daha ne zaman görür bilmiyorum. Aklıma gelince benim bile içim gıcıklanıyordu, yazık…
Tabi ki kafama takmayacaktım. Takmamayı çok önce, ondan önce, ondan öncekiler sayesinde öğrenmiştim. Mesajı ilk okuduğumda o, midemden çıkıp beynime doğru ilerleyen yumruyu tam boğaz hizama geldiğinde yeniden yutmayı öğrenmiştim. O telefonu duvara değil de çekyata savurmayı öğrenmiştim. Sırf o gelmiyor diye canım yemekleri, içkileri döküp, erkenden yatağa girip uyumak yerine; kendi başıma yemeyi ya da bir arkadaşımı çağırıp onunla yemeyi öğrenmiştim. Ben ona gelene kadar neleri, ne yollardan öğrenmiştim de haberi yoktu. Haber etmiyordum çünkü. Sessiz kalıyordum, tepki vermiyordum, tirp atmıyordum, dır dır etmiyordum; o da mutlu mutlu yaşıyordu. Ama ben bunları o mutlu olsun diye değil, ben mutsuz olmayayım  diye yapıyordum. Cunku hayatımın en kötü günleri, erkeklerin arkasından ağladığım günlerdi. Gittiler diye, gelmediler diye, aramadılar diye, aradılar diye, diye diye…
O günlerin hepsinde, ağlamaktan şişmiş bir surat, üzerinden kamyon gecmis gibi yorgun bir vücutla kendimi yatağa zor atar; o yataktan da zor kalkardim. Eziyetim kendimeydi ve bu, hiçbir seye yardımcı olmuyordu. Hatta tersine, isleri zorlastiriyordu, yasamayı zorlastiriyordu. Ben de öğrendim. Zor oldu ama öğrendim. 

Şimdi o gece ya da ertesi sabah, beni yeniden aradığında telefonu hiçbir şey yokmuş gibi açmamın, açabilmemin sırrı bu. Olay sen degilsin be birtanem, benim. Ben! Ben, beni unutmadığım ve kolladigim sürece sen zaten olay degilsin. Şarap kaldı biraz dolapta, icer miyiz?    

16 Mayıs 2012 Çarşamba

LEYLEK LEYLEK HAVADA

 

 Bundan birkaç hafta önce İzmir’de arabada giderken havada 3 tane leylek gördüm. Üç tane… Havada… Görünce hemen kafamı çevirdim ama çok geçti, görmüştüm. Ya ben leyleği havada görmeden bu haldeyim bir de üçünü birden havada görünce ne olacağım acaba? Seyyah mı? Ben zaten bu evi barkı kapatıp toptan gideyim. Ya da birilerine kiraya falan mı versem acaba?

Geçtiğimiz iki ayın yarısından çoğunda eve gir(e)memiştim hatırlarsanız. Giremediğim de iyi olmuştu çünkü o zaman diliminde evde oturmaya, kalmaya, geceler boyu gözümü kırpmadan beklemeye artık daha fazla tahammülüm kalmamıştı. Ve ben evde olduğum her gece aynı teraneyi tekrarlıyordum manyak gibi! Neden; benim takıntılı ve “taş” kafam, bir şeyleri anlayamadığı, kabul edemediği her zaman olduğu gibi tırmalayacak et kalmayıncaya kadar tırmalamadan bir şeyleri atlatamadığı için. İşte bu yüzden kendimi yollara vurmam iyi oldu diyorum hatta nefis oldu! Vücut her şeye rağmen ayakta kaldı ama kafa darmadağın oldu. En son bir hava alanında balatalar yandı.

Şimdi durum biraz daha farklı. Hayatımın net bir “dank” sesiyle aydınlandığı, kafamı yerden kaldırıp etrafıma bakmaya başlayabildiğim, gece saatler 12 yi gösterdiğinde yatağa girip uyuyabildiğim, açık balkon kapısından giren rüzgâra aldırmadığım, canım yanmadan saate bakabildiğim, uzun bir aradan sonra ağlamadan Zeki Müren dinleyebildiğim bir zaman dilimindeyiz. (ama hala Jülide Özçelik’ten Gönül Dağı’nı dinlemeye cesaretim yok) Yani nefes alabiliyorum. Gerçekten! O koca totolu, koca ağızlı Gergedan çekti gitti. (size bu haberi böyle bir yazı arasında vermemi beklemiyor olabilirsiniz ama işte, öyle gelişti ve çok hızlı gelişti) Her zaman ki gibi o hantal gövdesinden beklenmeyecek bir sessizlikle gitti. Ve her zaman ki gibi kalktığı yerde bir çukur bırakarak gitti. Ama gitti! Patlatın bakayım şampanyaları! (Hayatımda ilk şampanyayı bir uçakta, ikincisini ise hava alanında içmiştim ben ya. Ama üçüncüsünü hala içmedim. )

Buraya nereden geldik; şuradan: bu sabah önümüzde ki bir buçuk ayın planına bir baktım ki; Allah o leyleklerin!.... İstikametleri bilahare konuşuruz, yine çeşit çeşit maşallah. Abbaslık baki bende, anlaşıldı. Ama “şikâyetin var mı” derseniz, yok. İyi ki var bu Abbaslık serde, yoksa benim balatalar o hava alanından çok ama çok önce yanardı. Frenlerin uzun zamandır tutmadığını bilmeyen yok zaten. Hatta bazıları fazla iyi biliyor çünkü tutmayan frenlerle onlara tosluyorum. Yazık onlar da benimle beraber yuvarlanıyorlar. Gerçi sonradan kalkıp üstümüzü başımızı silkeleyip kalkmakta baya başarılıyız bence. Hem ben, hem onlar.

Tek üzüldüğüm, bir şeyler uğruna başka bir şeyleri feda etmek zorunda kalmak. Her şeyi aynı anda alamazsınız, her şeye aynı anda sahip olamazsınız evet, biliyorum. Zaten bunu denemiyorum bile. Ama kalması çok daha önemli olan hatta kalması gereken şeyler de gidenlerle beraber gidiyor ya, ona üzülüyorum. Ben ne çok vurdumduymaz, ne çok rahat ne de çok gerçekçiyim. Ben sadece bazen “ya hep ya hiç” demekte zorlanan biriyim. Çünkü ben kısalan değil, kısalığını anladığım ömrümde bugüne kadar sadece iki kere “hiç” dedim ve o aşamaya gelmenin ne olduğunu çok iyi bilirim. Gelmeyin, gelmeyelim.

Demem o ki canlarım, bu hafta sonundan itibaren rahat bir bir buçuk ay daha yollardayız. Aralarda eve uğrarız tabi ama çok da kalmayız. Evde olduğumuz her an da ya balkondayızdır ya da balkon kapısında. Biz kim miyiz? Biz işte, ben ve benim telaşlarım, yorgunluklarım, argınlıklarım, arsızlıklarım, özlemlerim, saçmalıklarım hatta baya saçmalıklarım. Hep beraber…


Muhatabına not: Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”unu okumalısın.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

COPACABANA PLAJI



Sevgili Blog,


Var ya bazen o kadar hızlı çözümler üretiyor ki kader midir hayat mıdır ne zıkkımsa; ben bile şaşıyorum. Cumartesi gecesi, onlarca ve hatta yüzlerce fanatiğin arasında bulduğum (aslında beni bulan) GözGöz’lüye selam ederim (aha bunun adı da bu kalacak). Her ne kadar masadan Külkedisi gibi koşarak kalkmam gerekmiş ve bu arada üzerime kırmızı şarap kadehini devirmiş olsam da; sonuçta beni aradı. Bu konu hakkında konuşacak malzememiz olup olmayacağını, çivi çiviyi söker mi sökmez mi, ilerleyen günlerde göreceğiz. Şu anda bu satırları okumadığını bildiğim için rahatlıkla gayet düzgün bir adam olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim. Buradan itibaren de susarım. En azından şimdilik…

Bunun dışında bir havadis daha: Bizim “date”, yeniden Fransa topraklarına döndü. (Kaçıranlar ve merak edenler için: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/07/date-demek-ne-demek.html , http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/07/hala-bir-karsiligi-bulunamayan-date.html ). Bildiğiniz üzere kendisini en son, çektiği kısa filmin montajsız ham halini izledikten sonra, bunu kurgulasın diye Paris’e yollamıştık. Ki üzerinden neredeyse 7-8 ay geçti. Sizin izlemediğiniz daha doğrusu benim paylaşmadığım zaman aralığında önce oradan ayrılıp Berlin’e yerleşti. Arkasından bir iş teklifi üzerine (sıkı durun) Copacabana Beach, hani şu Rio’da olan, hani Brezilya’da ki Rio’da olan Copacabana Beach’e taşındı. Ya Copacabana Beach nedir arkadaşım ya? Ayağında parmak arası terlik, elinde ikiye bölünmüş bir Hindistan cevizine doldurulmuş alkol kokteyli ile samba yapan bir adam oldu çıktı herif! (#ezikböcek’in yüzünü görebiliyorum şu anda)Bir de giderken bana da “gelsene” demedi mi? Dedi, dedi de işte o zaman yanlış zamandı. O, Berlin’deyken buluşmakla ilgili çok konuştuk. Hatta ben cart diye bizimkilere de yumurtladım. Arkadaşım olacak akıllılar az daha beni hava alanına göndereceklerdi apar topar. Aileye gelince; halam şiddetle desteklerken, babam ve kardeşim şiddetle karşı çıktılar. Hatta kardeşim “yağız Türk delikanlılarının suyu mu çıktı” şeklinde kesinlikle tuhaf ve gereksiz bir yorum yaptı. Kendisine de söylediğim gibi “evet, çıktı”. Ayrıca yağızı bilmem ama delikanlı olanını bulmak baya zor canım benim. Her neyse zaten annem çekimser kaldı. Yani şöyle; ben “gitmeyeceğim anne” dedim, o da “E herhalde” dedi. Ben de buradan bu konuda hala kararsız olduğu fikrine vardım. Ama “date” yeniden Paris’e dönünce ve benim yaz tatili için bir Fransa turu düşündüğümü öğrenince yeniden davetlere başladı. Valla Allah büyük, düşünebiliriz. Hem bakalım yazdığı “uluslararası sosyalleşme rehberi” ne durumda.

Ha bir de söylemem gereken ama birkaç gündür ertelediğim bir şey daha var: peçete, sahibini daha doğrusu muhatabını buldu. O kadar.

Ve hepsinden çok ama çok alakasız olarak: Bu sene Efes One Love Festival’e Damien Rice geliyor. Hani Closer’da (yaman filmler listesi) çalan The Blower’s Daughter (yaman şarkılar listesi) söyleyen (bizi bu şarkıyla ve bu adamla tanıştıran sevgili #obsesifmakinist’e de sevgiler, saygılar) adam. Adam ya… Bak dinleyin, hatırlayacaksınız:
 http://www.youtube.com/watch?v=5YXVMCHG-Nk

Not: Evet, üstte ki resim Copacabana Beach resmidir. E ne yapalım, gidemedik. Adamı daraltmayın ya!

13 Mayıs 2012 Pazar

DÖRT YILLIK İTİRAF

Sevgili Blog

Biz senle neler gördük... Ben sana neler anlattım. Nasıl aşık olduğumu, nasıl aşık olduğumu sandığımı, canımın nasıl yandığını, nasıl istenmediğimi, nasıl istediğimi, nereleri gezdiğimi, neler yediğimi, neler içtiğimi, hayatıma girenleri, hayatımdan çıkanları, yorgunluklarımı, arsızlıklarımı, ve yanında binlerce ıvır zıvırı. Tek bir şeyi anlatmadım sana. Bu hayatta hakkında en az konuştuğumu, tek konuşamadığımı anlatmadım. Yazamadım. Yazıyorum, hazır mısın?
Bundan dört yıl önce yine bir Mayıs'tı. Bu Mayısların benim ağzımı burnumu kırmaya başlaması da bu tarihe dayanır. Ofisin koridorunda elimde telefon, telefonun ucunda o zaman ve devamında bir iki yıl daha hayatımın merkezi olan "çakma Fransız", ağlıyorum. Sadece ağlıyorum. O kadar.
Kendi kendimi ikna etmem, kendi kendime cümle içinde kullanabilmem, kendi kendime olanları kabul edebilmem aylarımı aldı. Aylarımı ve psikologun bir kaç seansını.
Herkesin bir kabullenişi vardır. Benim ki elimden geldiğince sessiz olsun istedim. Ben konuşmazsam soru da sormazlar dedim. İstemedim. Kimse bana sorsun istedim. Verecek cevabım yoktu çoğu zaman. Ben asla kendime de sormadım. Bu hikaye ile ilgili sadece iki adamın yanında ağladım bu hayatta. Biri, o telefonda haberi aldığımda ilk aradığım çakma Fransız, artık hayatımda değil. Diğeri, bir bahar akşamı terasta, yanyana iki koltukta otururken ağlayarak anlattığım adamsa hayatımda mı, bilmiyorum. Ki öteki yıllar sonra gittiğinde, o mengene beni her sıktığında nefes almamı sağlayan oydu. Her neyse...

Uzakta olmanın, yanında olamamanın, taşınan yükün, çekilen ağrıların, vicdan muhasebelerinin, sözlerin, cümlelerin, telefon konuşmalarının, dökülen saçların, içilen ilaçların, otobüs yolculuklarının, hava alanlarının, otogarların, ahşap masanın, eski evin balkonunun, mutfakta kapı arkasının, terasın, kafamı yaslayamadığım omuzların, yasladığım omuzların, eski fotoğrafların, aniden toplanan valizlerin, verilen sonra bozulan kararların, o kararların ağırlığının, testlerin, MR ların, filmlerin sonuçlarının, her bekleyişin, her bekleyişin sonunun, kemiklerin, omurların, eklemlerin, damarların, yanıkların, yaraların, hepsinin ama hepsinin yeri var bende.
Sen benim tanıdığım en güçlü kadınlardan birisin Anne. Dört yıl önce geldi oturdu ortamıza hastalığın. Ve sen, benim senden asla beklemediğim, asla beklemeyeceğim kadar soğukkanlılıkla misafir ettin onu. O kadar ki ben ancak şimdi senin kadar kabullenebildim. Sen ta ilk günden onunla yaşamayı öğrendin. Canın yandığında da, ağrılarında ya da yaralarında bile sakin kaldın. O kadar ki şimdi arada bir isyan ettiğinde bize tuhaf geliyor.
Sen benim tanıdığım en güzel hastalardan birisin Anne. Sen ilk günden barıştın onunla. Bense ancak aşabildim dargınlığımı. Eski fotoğraflara bakamazdı #ezikböcek eskiden, o bile alıştı.
Önce sen kabul ettin, sonra biz. Ve ben dört yıl sonra ilk defa yazıyorum: benim annem kanser hastası. Etrafımda ki onlarca, yüzlerce kanser hastası gibi. Onun, onlardan tek bir farkı var: o, benim annem.

Anneler Günün kutlu olsun Annem. Hep böyle ayakta ve sağlıkla Patatesim. Ver bakayım ordan bana bir gıdı.

11 Mayıs 2012 Cuma

MAYIS



Ben tam balkonu temizleyip sezonu açtım ki; hava Kasım ayına geçiş yaptı. Mayıs akşamı yattık, Kasım sabahı kalktık. Bir şey daha var, "Mayıstı, seni o yüzden bağışladım" demiş ya Küçük İskender; Allah onu da bildiği gibi yapsın. Geleceği mi gördün, nereden bildin be adam? Sadece Mayıslarda mı böyle oluyoruz hakikaten biz? Hakikaten bu ayda insanın aklının iplerinde, gönlünün yaylarında ve "olmaz"larında falan bir gevşeme mi oluyor? Bir yakalasam, ona soracağım. O benden daha çok biliyor, biliyorum.

Bir şey diyeyim mi; bacaklarım, bacaklarımın üstleri acıyor. Ağrımıyor acıyor. Yağmurdan da değil, yok, "Mayıs"tan. Normaldir(miş). Allahıma şükür bir tek bacaklarım acıyor. Benden beklenmeyecek bir hissizlik, bir rahatlık, bir gevşeme. Gevşeklik kısmı, Mayıstan mı yoksa bu "acı"dan mı? Gevşememiz de normalmiş-tir sanırız. Cehalet zor iş ağalar! İşte, yaşanmadan öğrenilmiyor bazı şeyler. Ve bazı şeyler gözde büyütüldükçe saçmalaşıyor. Zamanı gelip te ele geçince de bakıyorsunuz ki; bu kadarmış. Olmuş ta bitmiş maşallah. Maşallah...

Allah çektiğine pişman olunacak acılardan korusun, biz değiliz evelallah. Çoklu konuşmamızdan isteyen nasiplenebilir, kalanlar da keyfine bakabilir. Bu bahar saçmalaması, yapılmış tüm saçmalıklara ithafen yazılmıştır. İsteyerek yapılmışsa hiç bir şey saçma değildir. Yeri vardı ki koyduk yoksa açıkta kalırdı. Ah neler anlatacağım da size; yerim dar. Zamanı var. Ama merak olmasın ben iyiyim. Esenlikte ve afiyetteyim. Gazı alınmış bebekler gibi(yiz)yim. Şişlerim indi. Baya dümdüz oldum. Bundan sonrası Allah kerim. Sonrası yoksa da kerim, varsa da kerim.

Bu balkona çiçek lazım. Şöyle pembeli beyazlı. Var mı önerisi olan? Yalnız baştan söyleyeyim; ben bilimum İzmirliden farklı olarak sardunyadan hazzetmem. Şimdi buna göre, var mı önerisi olan?

10 Mayıs 2012 Perşembe

TEK OMZU DÜŞÜK BLUZ



Önümüzde ki beş günlük hava tahmin raporuna göre söylüyorum: yağmur var! Bütün bir hafta sonu yağmur var. Aylardan Mayısmış, mevsimlerden baharmış, hiç dert değil. Aman yağsın, o da bana dert değil. Bu ara bana hiçbir şey dert değil. Öyle işte…

İnsanların kısmetleri ancak gözleri açıldığında açılır. Biliyor muydunuz? Bunu biliyor muydunuz? Çünkü ancak gözünüz açılınca etrafınıza bakmaya başlarsınız. Bir zamandır orada olan ama manyaklar gibi sürekli yere bakarak yürüdüğünüz için görmediğiniz herkesi görmeye başlarsınız. Gözünüzde ki perde inince, “a bak sen, burada neler varmış” şeklinde keşiflerde bulunmaya başlarsınız. Ben size bir şey diyeyim mi; ancak o zaman “başlarsınız”. Yoksa nah başlarsınız! Şu kafanızın arkasında ki deliği sıvayıp kapamadan bir halt yiyemezsiniz. Çünkü cereyan yapıyor canlarım, esiyor dört taraftan, siz de öyle esintisinde savruluyorsunuz. Gerek yok. Biz üç gündür şantiyede yaşadığımız için baya tecrübelendik, ben size hemen bir çimento karayım şurada. Malayı da kapıp geleyim, kapayalım şu deliği. (Son okuduğu kitap Hakan Bıçakçı’nın Apartman Boşluğu olması nedeniyle Barika burada kitaba gönderme yapmaktadır. Ayrıca o kitabı kendisine Hakancığımızdan (evet, bizim Hakancığımız) imzalı olarak getirmiş olan ve kendisi te Bangladeşlerdeyken “bak sana ne aldım” diye resmini atıp gözlerini yaşartan #çevirmen’ e de teşekkürü bir borç bilmektedir. ) Yoksa bak, valla boşa vakit harcıyorsunuz. Değmez. Hayat kısa. (Bunu bir daha söylersem beni vurun!) Bir zamanlar önce bir buçuk yılını, sonra nereden baksanız dört yılını, arkasından aylarını falan böyle harcamış biri olarak (oha toplayınca ömrümün üçte birini böyle geçirmişim ya! Allah da benim cezamı!) söylüyorum bunları size. Her birinin sonunda ben kendi kendime ve dahi sevgili Gamzem bana, sürekli aynı şeyi söyledik: “hayat devam ediyor ve sen etrafındakileri kaçırıyorsun” Zaten kız, ömrünün baya bir kısmını bana bunu söyleyerek; kalan kısmını da Türk kahvesi yapmayı öğrenmemi umarak geçirdi. Sonunda da onu istemeye geldiklerinde kahveleri ben yaptım.( Makine ile evet, ne olmuş? )(Aha bu yazı da parantez manyağı oldu) Ama şimdi bir kere daha söylüyorum, ne zaman ki kafanızı yerden kaldırıyorsunuz; o zaman piii neler neler. Kaldırın bakayım kafalarınızı yerden. Bir bakın bakayım etrafınıza, ha şöyle! Ben size gördüklerimi anlatacağım. Yakında, çok yakında. O zamana kadar bir tavsiyem daha var: tek omzu düşük bluz.
Bir de o ufaktan üzerinize sinen kendine güven duygusu mudur, rahatlık mıdır nedir bilmediğiniz o şey var ya, etrafınızda oluşan hare. Yap desen yapamazsın. Birden beliriyor galiba. İşte o hare bir anda bir yörüngeye dönüşüyor. Hatta o kadar hızlı dönüşüyor ki siz bile şaşarsınız. Şaşıyorsunuz. Şaşıyorum. Dün bir bugün iki, ne oluyor? Demeyin, öyle oluyor. (Bu arada şu son iki gündür bana gelip gidip “ya sende bir değişiklik var, bir güzellik var, neden ki” diyen canım arkadaşlarım, o sizin güzelliğiniz. He valla. )
O yüzden bütün hafta yağmur yağacakmış, hava kapalıymış, güya baharmış falan demeyin. Bahar tabi! Mevsimlerden gayet bahar. Siz de bahar olun bakayım. Ben mi? Ne demiş Yeni Türkü: “İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık”

Not: Resimde ki bayanın benimle uzaktan yakından ilgisi var mı diye merak edenler için he var, ama benden 20 santim daha uzun ve 10 kilo daha zayıf.

8 Mayıs 2012 Salı

TAŞINMALAR VE DEYİMLER SÖZLÜĞÜ





Cümleten iyi günler. Şantiyede ki ikinci günümüzden herkese merhaba. Ne şantiyesi diyen arkadaşlar için bilgi: şirket binamızı taşıyoruz. O kıçı kırık iki oda bir salon evlerimizi taşımak bile günlerce sürdüğünden 1500 kişilik dev şirketi taşımak tahmin edersiniz ki biraz sürüyor. Sürmesi bir yana, binayı da baya bildiğiniz üzerimize yapıyorlar. “Kapı duvar” diye bir deyim var ya, hah işte, aynen öyle. Kapılar duvar ve duvarlar kapı halinde henüz.
Bu sabah elektriğimiz ve internetimiz geldi. Bir kere daha anladık ki biz onlar olmadan birer hiçiz. Çalışan bir eleman değiliz, şirketimize boşa masrafız. Şu dünya da tuttuğumuz yer gereksiz. Ayrıca büyük siyah poşetlerin kokusu kafa yapıyor. (Bkz: #çevirmen)
Bu hengamede ben 50 kiloluk cüssemle, 10 kiloluk koliyi yerden kaldırmaya çalışırken birinin çıkıp “ama kolileri öyle atmazsanız iyi olur, içindekiler kırılabilirghhh” demesi bende başka bir deyimimizi bağırmak suretiyle seslendirme ihtiyacı yaratıyor: canım burnumda! Arkadaşım bir git! O koliyi nereye atacağımı söylediğin an, atacağım yer tam kucağın oluyor. Çok meraklıysan kalk sen kaldır o gavur ölüsünü yerden! (burada ırkçı bir söylemde bulunulmamış, bir koca karı deyiminden faydalanılmıştır, teşekkürler)
Zaten bu çamaşır yıkayıcının hıh deyicisi şahıslar yüzünden insan hayattan soğuyor (resmen deyim manyağı oldu yazı!). Hayır, madem iş yapmayacaksın; bari sus değil mi? Gıcık etmesene insanı. Gördüğünüz gibi sinirliyim. Yorgunluk, toz, toprak, cam sil, ıslak mendil, büyük siyah poşet, yeni kablo, alçı, kurumuş boya, vesaire nedeniyle kafam ambale olmuş vaziyette. Neyse ki sık sık (15 yılda 5 ev) taşınan bir ailenin, yine sık sık ( 6 yılda 3 ev) taşınan çocuğuyum (okuyanlar bilir ama meraklısına: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/05/tasima-suyla-degirmen-cevirmeceler.html
http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/05/veyahut-cevirememeceler.html
http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/05/ve-hatta-cevirdigini-sanmacalar.html ). Bana o koliler, bantlar, ipler, dolaplar, çekmeceler vız gelir. “Ay dur kaldırma” dediklerinizi biz taşıyorduk zaten, pehey! Ayrıca bardakların olduğu koliyi bulamazsanız, ilk açtığınız koliden çıkan cezveden su içersiniz. Ne olmuş?
Size çok acıklı başka bir şey daha söyleyeyim; şu taşınmada temizlediğim kağıt ve dosyalarla bir şirket daha kurulurmuş. İsraf yahu! Bilgisayar niye var, niye basıyoruz ki biz bu kadar kağıdı? Deli miyiz? Tükürdüğümüz yerden ağaç çıkıyor sanki! Öyle olsa, bu ülke Amazonlar gibi olurdu. Bir de Bangladeş olurdu ama orası zaten yeşil.
Bugün az daha üzerine dolap düşecek ve içinde kapalı kalacak biri olarak bir kere daha anladım ki hayat çok kısaaişsialdşlşalsşdlaldşald……….fenalık geldi di mi bu muhabbetten. Ulan yazıların yarısı buraya bağlanıyor, anlayan anlamıştır zaten hayatın metrajını.
Demem o ki, biz bir süre daha buralardayız. Böyle ortalarda falan. Kafamıza bir şey düşerse ya da elektrik çarparsa duyarsınız, merak etmeyin.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

BANYODA Kİ GERGEDAN



Olanca sesiyle "boş ver" diye bağıran bir Adele eşliğinde ne yazabilir ki insan.
Linus, Sabrina'ya bakıp "şu anda istediğim şeye bakıyorum" dediğinde ne diyebilir ki insan.
Yaş otuz ama hala ne kadar çok masala inanıyoruz. Duvarda ki saate doğru uçan tekme atmak isterken oturduğumuz yerde kalabilmemizi sağlayan ne ola ki?
İnanacak bir şeyim var mı diye düşündüm, galiba var. Onca şeye rağmen hala hayal(ini) kurabilecek kadar saf ve aptal bir kafam var. İhtiyacım olan tek şey bir beyin nakli. Şu anda saat on bir buçuk. Benim uyuyabilmeme hala en az iki saat var. Ne kadar ikna etmeye çalışsamda bünyemi, kurulmuş saat gibi. Başka bir şey istesen yapmaz. Daha fenası da var; gözümü kapadığımda gördüğüm sahneleri hiç bir yönetmen benim kadar iyi kurgulayamaz. Kurgulayan yönetmen midir bu arada? Her kimse işte... Ve her sabah gözünü açtığında, uyurken kaçışan her şeyin yeniden üşüşmesine "Allah cezanı versin" denir. Hep soğuk suyla yıka yüzünü ki ayılasın. Yoksa sadece cilt gerginliğinden değil.
Pazar sabahı yine Gergedanımla beraber uyandık. Bütün bir Cumartesi gecesini benimle geçirdi. O kadar sadık ki; nereden baksan aylardır burada. O koca gövdesi ile her yere çarpıyor. Ben yarım litre çamaşır suyu ile banyoyu ve sanki banyoyla beraber bilmem neleri temizlemeye çalışırken kapıdan beni izliyordu. Kocaman ağzını açıp esniyordu bana bakarken. O bile sıkıldı galiba. Ah keşke! Keşke sıkılsa da gitse. Bu ev ne kadar geniş olsa da o kadar değil.

Peçetenin sahibi ya da muhatabı bana peçeteyi sordu. Verdiğim cevabı ben bile anlamadım. Ama şimdi, yatak odasında ki şifonyerin üzerinde duruyor. Hala...



6 Mayıs 2012 Pazar

MED-CEZİR

Neyi nasıl çözeceğini bilemediğin bir an gelir, denize düştüğün yerde yılana sarılırsın. Ki o yılan da öyle kaygandır ki; ona bile tutunamazsın. İyi mi oldu, kötü mü oldu bilemezsin. Gecenin ikisinde Ahmet Kaya çalar, sen de öyle mal olursun. Lal olursun. Yazık olur, başka da bir şey diyemezsin. O "yazık" ları toplasan burdan köye yol olur, dağınık bırakırsın. Söyleyecek çok şeyin varmış gibi gelir sana ama cümle dahi kuramazsın. Peçetelere, kağıtlara, kitap aralarına, kibrit kutularına, defter kenarlarına yazdığın her şey birleşir ama bir metne oturtamazsın. Yerinde duramazsın. Yürümeye kalkarsın, yola sığmazsın.
En iyisi susmaktır bilirsin ama dilini tutamazsın. Anlatmak istediğin onlarca, tonlarca şeyi suya anlatırsın.Yutmak istersin ama yutamazsın. Dünyanın lafını bilirsin ama kendine dinletemezsin.
Öyle işte...
Adam olmazsın, olamazsın. Oldum sanırsın da arpa boyu yol gidemezsin. İnsan vücudunun dörtte üçü sudur, dolunayda med-cezir yapar, sen de hep karaya vurursun. Bir karaya vurursun; bir açığa gidersin. Ama eninde sonunda karaya vurursun. O sana zaten vurmuştur. Yaranı ovuşturursun.

4 Mayıs 2012 Cuma

ERGEN HAYAT SENDROMU




Akşam babam aradı, dün eklediğim yazıyı okumuş ve üzülmüş. (meraklısına: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/05/mektup_04.html  ) Benim babam biraz gönül adamıdır, dayanamaz böyle yarım kalmış daha doğrusu yarım bırakılmış hikayelere. “Her şeyi zamanında yaşamak lazım” der. Ben de babama mı çekmişim ne yapmışım bilmem, atlar dururum her yere. Dilimi de tutamam. Kendini tutana da çok fena kızarım. Ne gerek var arkadaşım! Öteki dünyaya mı götüreceksin? Kefenin götünde delik mi açtın sanki? Ya da cep mi koydun diyelim. Kargo pantolonla mı gömecekler seni? (ya o pantolonun adı neden kargo pantolon bu arada?)
Ben söyleyeyim, götüremeyeceksin. Zırnık koklatmaz bu dünya sana, haberin olsun. Nereden mi biliyorum? Araştırdım. 100 kişiye sordum, 1 popüler cevap aldım gayet “götüremezsin” dediler. Bir de baktım ki zaten giden baya hızlı ve telaşlı bir halde gidiyor. Yani istese de yanına bir şey alacak vakti olmuyor. E ne yapacaktık? Tamam, “canım bir bekleyin ben ceketimi alıcam” dediğinde seni dinleyip bekleyeceklerine inanıyorsan ok, sen bir şansını dene. Ama ben şahsen pek tavsiye etmem. “Düş lan önüme” diye o orakla seni bi iteledi mi feleğin şaşar. Zaten kendisinin pek keyfi yok. Ayarı da yok. Şu son zamanlarda fark ettim ki; hiçbir şeyin ayarı yok.
“Hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir.” Aslında hayat şudur ya da budur falan değil, hayat bazen çok puşttur! Görmezden gelin. Yokmuş gibi yapın. Dinleyin, “he, evet, haklısın” deyin ama bildiğinizi okuyun. Ergen çocuk-ebeveyn ilişkisi gibi. 15 yaşınıza dönün, yüzüne kapı çarpın, arkasından nanik yapın, ondan gizli evden kaçın, lafını dinlemeyin, sözünü dinlemeyin, terlik fırlatırsa depar atın, kaçın. Ciddiye almayın! Hayatı bu kadar ciddiye almayın. Çünkü o sizi hiç ciddiye almıyor. Valla diyorum.

MEKTUP

Aşağıda ki not, havaalanının birinde bir barda, bir peçetenin arkasına yazılmıştır. Peçetenin aslı bendedir. Sahibi ya da muhatabı bir gün isterse, benden alabilir. Orjinalinin resmi de aşağıdadır.


“Seninle benim aramda konuşulacak ya da söylenecek bir şey kalmadığını biliyorum. Sorun bu değil. Son bir buçuk aydır 3 gün üst üste kendi evimde kalmadım. Ben düşünmemek istedikçe havaalanlarında, otogarlarda, neyden kaçtıysam o kafama üşüştü. Çok saçma, çok ama çok saçma bir haftaydı. Dün gece Esenler otogarda çorba içip otobüsü beklerken tek istediğim, bu hayatta tek istediğim karşımda oturuyor olmandı. Ve bu akşam havaalanında neden bilmem ağlamak üzereyken tek istediğim seni görmekti. Çok kızgınım ama kendime. En kötü ve en zayıf halimde sana düştüm. Bütün bunların bir anlamı olmadığını bile bile hem de. Ben yine eve gidip uyuyacağım. Vücut hala çökmedi ama kafam çok yorgun. Sana ihtiyacım var, o kadar…”