27 Aralık 2011 Salı

HOMULUS METROBUSUS



Metrobüsün Burhaniye durağında, yol kenarında yoncalar var. Söyleyeyim; dört yapraklı yonca diye bir şey yok. Olsaydı ben bulurdum. Büyüdüğüm yerde bolca vardı ve ben trilyonlarcasını kontrol ettim. Yok.
Anadolu yakasında oturup, Avrupa yakasında çalışmanın en kötü tarafı ne biliyor musunuz: servisi kaçırmak. Aslında sabah, servisi kaçırmak. O yol nasıl büyüyor var ya! Üstelik de karşıda derken baya karşıda çalışıyorsanız. Neredeyse metrobüsün duraklarını bitireceğiz anasını satayım! Neyse işte, ben de bu sabah kaçırdım. Çalar saat görevini göre telefonum hangi akla hizmetse kendini çalar saat olarak imha edip; telefon olarak devam etme kararı vermiş bu sabah. Bana sordun mu? Hayır sorsan, telefon olara imha et kendini de çalar saat kalsın diyeceğimi biliyor tabi kerata, sormuyor. Neyse, ben kendisi ile ayrıca ilgileneceğim. (kendime not: ne olur ne olmaz bir çalar saat al. iki yıldır çekmecede duran kol saatine de artık bi pil taktır, yuh!) İşte gözümü bir açtım ki aslında açmam da benim apartamanın bahçesinden gelen şangırtılar sayesinde oldu, neyse, baktım ki saat benim servise binme saatimi 12 dakika geçiyor. Eskisi kadar panik bir insan olmadığım ve artık bazı şeyleri kabullenmek konusunda kendimi baya geliştirdiğim için hiç telaş yapmadan kalktım yataktan. Elimi yüzümü yıkadım, tuvalete gittim, dişlerimi fırçaladım, giyindim (kendime not2: kot pantolonu geceden kaloriferin üzerine koy, sabahları o kot, buzzz gibi olduğu için bacaklarım donuyor) sadece kulaklarımı örten bir yün bant denedim, beğenmedim çıkardım, bereden son anda vazgeçtim, aklıma atkı takmak geldi atkımı aldım, eldiven takmak istedim, tekini bulamadım (kendime not3: eldiven al! ama bu sefer takabilecği bir şey olsun diye illa gidip düz siyah eldiven alma, bulursan şöyle güzel bir yeşil al mesela), bıraktım. Derken normalde 15 dakikada çıktığım evden yarım saatte çıkarak kendimi rekorumu kırdım. Aman bir ahestelik, bir ahestelik. Metrobüs durağına geldiğimde gördüm ki, orada ki 800 insan içinde tek aheste benim. Ben de ne yaptım, şöyle kenara, arkaya doğru geçip poğaçamı yiyip ayranımı içerek, kalabalığın en azından içine girebileceğimkadar azalacağı bir anı bekledim. Oh bana afiyet olsun, onlar telaş telaşe yedinci metrobüsü de işgal ederken ben de sekizincisine sızdım. Zaten Zincirlikuyu'ya binmişim Edirnekapı diye, ama bak ona bile hayıflanmadım. Ulan sanırsın geceden bana pasiflora verdiler. (bi dakika, ocakta patates var, bakıp geliyorum). Ama siz de çok iyi bilirsiniz ki, zaten Tanrı telaş yapanlara değil miskinlere yardım eder; ben de bunu test etmiş oldum çünkü o arada tam önümde bir koltuk boşaldı. Ve etrafında ki çembere rağmen kimse oturmadı. Her ne kadar ben ellerimi bırakınca ipin üzerinde kalmışım gibi dengemi koruyamasam da; son anda can havliyle elimi attığım tepemde ki askı sayesinde ayakta kaldım. Hemen ardından da oturup yol boyu ayakta kalmaktan kurtuldum. Metrobüsümüzü takdir ettim. Bunca insanın kahrını aldrımaksızın çekmek de zor iş yahu. Sonuçta metrobüs canlısı diye bir tür var değil mi? Bunu benden çok daha fazla ve çok daha sık seyahat eden arkadaşlarım (selamlar) daha iyi bilirler: homulus metrobusus. Her şekilde dengede ve ayakta kalmak, mümkün mertebe dar alanda mümkün mertebe fazla hareket edebilmekgibi yeteneklerin dışında; telefon konuşmalarında özel hayatını ifşa etmek, kalabalık içinde olduğunu unutup yalnızken yapabileceğin şeyleri yapmak (bkz: geğirmek, ağzını kapamadan esnemek, hapşırmak vb) gibi bir türlü gelişmeyen tarafları da var. Bir de fark ettim ki; her an kavga edebilir gibi duruyor. Oturamadığı için, yer bulamadığı için, biri onu dirseklediği için, birini dirseklediği halde, kapıya sıkıştığı için, yetişemediği ve önünde ki ondan iki adım daha yavaş yürüdüğü için vb nedenlerle gayet tartışabilir, kavga edebilir hatta sabahın o saati demeden hönkürebilirler. (aha, televizyonda Billy Elliot var, şaka gibi) Dedim ya ben pek tecrübeli değilim, sadece ara sıra (Allaha şükür, servise ihtiyacım var, gerçekten. Yani o sayede ya uyuyor ya da kitap okuyorum, daha ne olsun) katılan bir gözlemciyim.
Metrobüsle işim bittikten sonra, indiğim duraktan bir taksiye bindim ama nedense bu sefer de oraların en telaşlı taksicisine denk geldiğim için o yoldakileri makaslarken ben de içeride savrularak nihayet yolculuğumuzu tamamladık.
Sonuç olarak yazının başında bahsettiğim yoncalar, televizyonda ki film, geçen günkü muhabbete dayanarak İrlandalı erkekleri seviyoruz. Bu, başka bir yazının konusu olabilecek, dün geceki başka bir muhabbete konu olan bir pişmanlığın da dışavurumudur. Ama evet haklısınız, konumuzla ilgisi yoktur.
Sonuç olarak, metrobüs gerekli bir şey, iyi bir şey, suistimal etmeyelim, sömürmeyelim, gözümüz gibi bakalım ama ben mümkünse takdir etmek zorunda kalmayayım.
Anadolu yakasında oturup Avrupa yakasında çalışmanın iyi tarafı ne biliyor musunuz: haftada 2 kitap bitirebilmek.

26 Aralık 2011 Pazartesi

KIYAMETTEN HEMEN ÖNCE

Şu 2012 de öleceğimizle ilgili zirilyon tane inanış, takvim, efsane, hikaye ıvır zıvır var ya; eğer gerçekleşirlerse, yandık. Daha doğrusu yandım. Onlarca yarım bırakılmış iş, hikaye, bir dünya tantana yüzünden bir türlü yapılamamış fikirler, gerçekleştirilememiş hayaller. Ya tamam uzatmayalım, sadece zamanında söylenememiş şeyler ve bir türlü okunamamış kitaplar bile yeter kıvranmamıza.
Ne olacak ki sanki? Biri parmağını şıklatıp "uyuyun" mu diyecek? Tamam ben kutsal kitaplarda ki tasvirler ve olacaklarla ilgili anlatılanlardan bahsetmiyorum. O tip bir kıyamet değil bu 2012 için yazılan senaryo. Sanki daha çok bir bilim-kurgu filmi senaryosu gibi. "Hepimiz yok olacağız" derken sanki onlar Mad Max ya da I'am Legend da ki sahneler gibi, herkes yok olacak ama biz, geriye kalan tek tük insanla devam edeceğiz diyor gibiler. Ama bu filmlerden biraz daha farklı olarak sıfırdan bir medeniyet kuracağız sanırım. Korkunç! Öyle bir durumda kalmak mı gitmek mi daha iyi bilemedim.
Şimdi gece gece bu nereden çıktı -ki gece gece çıkmalı, gündüz gündüz çıkarsa daha büyük bir sorun- derseniz televizyondan çıktı. Supernatural'in eski bir bölümü oynuyor tv de, kıyametin kopmasını bekledikleri bir kasabada geçen bir bölüm. Ne tuhaf ki içkiyi, kumarı ve zinayı yasakladılar az önce. Ölmeden hemen önce insanların en çok yapmak isteyecekleri şeyler gibi duruyor oysa. Ya zaten bak şimdi, diyecekler ki, "Arkadaşlar, kıyamet koptu kopacak. Hani bir zaman veremiyoruz ama eli kulağında." Biz de diyeceğiz ki "tamam o zaman bi saniye biz bi koşu eve kapanalım, su içip ekmek yiyerek bekleyelim" öyle mi? Hahay, hiç sanmam. Bence tam o anda herkes evinin kapısının kilitlerini açmalı. Bütün kapıları, pencereleri. İlk defa korkacak hiçbir şey olmayacak, düşünsenize. Yahu nasıl olsa öleceğiz. Birbirimizi öldürmemize bile gerek yok, nefis! Hiçbir şey yapmak zorunda değiliz, hiçbir şeyin peşinden koşmak zorunda değiliz, hiçbir şey de bizim peşimizden koşmayacak mesela. Kaç günse kaç gün. Rahatlığı düşünsenize? Ya sakın "hayır, acayip telaşa kapılacağız, birbirimizi ezerek günahlarımızı telafi edeceğiz, aman eksik ne varsa tamamlayacağız" falan demeyin, sanmam. Sadece sevdiğiniz kim varsa yanınızda olsun, yanında olun isteyebilir ve en fazla -bu yüzden- insanları paylaşamayabilirsiniz o kadar. Bir de paso yemek yeriz sanırım. Yani bütün o diyetler, rejimler yüzünden sakındığımız ne varsa. Ya sadece zayıflmaka için değil de hani şeker, kalp, tansiyon felan için de yemiyoruz ya bir dünya şeyi; oh onları da götürürüz, yarasın. Böylece kıyamet kopmadan hemen önce şeker koması yahut mide spazmından ölebiliriz zaten. Ayrıca bir dolu insanın da burada konuşmak istemediğim başka komalardan öleceğine eminim. Aman, yazık ya, onlarda öyle gidiversin, arpacılar n'olcak.

21 Aralık 2011 Çarşamba

SİNİRLİ YAZI



Sevgili Blog,


Allah bana akıl, sana sabır versin diyerek konuya giriyorum, hadi bakalım.

Ulan ben hiçbir şeye sinirlenmem merak etmeyin diye diye sonunda sinir küpü oldum, bu sefer her şeye sinirleniyorum! Ha beni bu hale getirenler utansın, o ayrı. Ama çoğunun beni bu hale getirdiklerinden haberleri bile yok.

Mesela sen, densiz “arkadaşım”, hesapta seni kafama çok takmayacak ve doğal olarak sana sinirlenmeyecektim ama ben de bir yere kadar tutabiliyorum kendimi. Aynı günün sabahı ayrı akşamı ayrı telden çalınca bana da geliyorlar ufak ufak. Sonra kafamda yazıp duruyorum; “neden, niye, ne alaka ya” şeklinde. (bkz: tipik kadın tepkisi)

Hemen arkasından “ay çok kurumsal bi şirkette çalışıyoruz, yaşasın” başlıklı konumuz. Bu şekilde çalışınca her iş bir başkasının onayını ya da imzasını ya da keyfini ya da işte başka bir şeyleri bekler, durur. Sonra da ben böyle saçlarım Medusa'nın kafası gibi havalanmış bir halde söylenerek gezerim.

Bunların dışında aldığım kilolar, veremediğim kilolar, yaptığım rejimler, yapamadığım rejimler, neymiş Haziran’ a kadar kilo verecekmişiz. Gamze var ya, hepsi senin yüzünden. Zaten saçımı da kestirmeyeceğim dedim, valla sinirden gidip yakındır tamamını yeşile boyayacağım! Nereye saldıracağımı sapıtmamak için kendime bir havuz bulmaya karar verdim. Ne alaka demeyin bak bir taşla iki üç başlığı birden sileceğim. Kilolar ve stres, hehey! Yüzeceğim diyorum, havuz bulacağım deyince ne o, sanki inşa mı edeceğim? Yoksa o artık içine girilemeyen yeşil, saten buluzu hayrına bağışlayayım mı? Hayatta olmaz! Sahip olduğuma inandığım yegane şeylerden biri irade, o yüzden direneceğim.

Ve öngörülen senelik seyahat planımıza bakılırsa bu sene Sevgililer Günü’nü Paris’te fuar gezerek, doğum günümü de Şangay’da fuar gezerek geçireceğim. Sevgililer günü beni zaten bağlamaz, bağlamıyor ve eminiz ki o zamana kadar da bağlamayacak, o yüzden o vakitte olunabilecek en korkunç yerde olmamın bir anlamı yok. Amma şu doğum günü meselesi… Geçen sene (okuyanlar hatırlayacaktır, kalanlarda okusun, link de vermeyeceğim, hepsini okuyun bulana kadar nıahahhaah!) olanlardan sonra aslında çok şaşırmamam lazım. Susayım ben en iyisi.

Bu süreçte, bana katlanan, suratımı, lafımı sözümü çekmek zorunda kalan herkesten çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz. Aman bu da geçiyor işte. Acaba ben menopoza falan giriyorum da haberim mi yok? Valla bu işlevsizlikte bu da normaldir. Vücut “ madem öyle, biz kapatıp gidelim” demiş olabilir. Ne diyeyim yani?

15 Aralık 2011 Perşembe

BARİKA KİCKBOKSTA



"Bana en acıklı anınızı anlatın": anlatayım; bundan 4-5 ay önce bana bol gelen pantolonun artık bana dar gelmesi. Her zaman çok tipik kadın tepkileri veren bir kadın olmasam da ne yazık ki bu durumda ki tepkim öyle oldu: "ayyyyhhh inanamıyyorum yaaa, ne kadar kilo almışım! dana kadar oldum ya, halime bak!"
Evet oldun, neden oldun bir sor kendine?
Neden olduğumu geçelim, modern ofis çalışanı kadınların hepsi gibi kıç üstü oturarak iş yapmaktan oldum. Tabi başladım çare aramaya. Sadece buna değil, bir yandan da şu insanlardan bir türlü çıkaramadığım sinirimi daha fazla içimde tutmayıp dışarı çıkarmama yarayacak bir şey aradım durdum. 2 aya yakın işyerinin spor salonuna takıldım ama Ramazan ayını bahane ederek -ki oruç tutmadım, tamamen manevi destek için ara verdim- ara vermiştim, bir daha da iflah olmadım. Şimdi ne yapıyorum: kickboks. Hah oldu, dediğinizi duyar gibiyim ama olacak! Bak ciddiyim. Maymun iştahlılık falan yapmak yok. Mesela şu anda her bir yerim ağrıyor ama olsun. Valla bak, kol, bacak, eklem, ne varsa ağrıyor. Çünkü canım hocam ısıtıcaz derken kaynattı maşallah vücudu! Hele bir son iki buçuk dakikalık mekik-şınav maratonu var ki, hani askere gitmeden gitmiş kadar oldum. Zaten salonda tek kız benim, benden gayrısı 8 tane erkek. Ama hiç sesimi çıkarmadan tüm hareketleri yapıyorum. Hoca, "yat yere, şınav çek!" diyor, yatıyorum da benim çektiğime ancak yarım şınav denir. En azından popomu havada tutmamayı öğrendim. Hoca, "dön, mekik çek" diyor, çekiyorum. En son artık iki büklüm olmuştum ki Allahtan adam turu bitirdi.
Dün yürümeyi öğrendik. O ne demek derseniz, bu tip sporların (hani boksta falan da vardır) kendine özgü bir yürümesi var. Maksat dengeyi sağlamak, yere sağlam basmak, gelecek darbelere karşı hazırlıklı olmak felan. Sırf bu yüzden bile benim bu dersi almam lazım: dengeyi sağlamak. Rakibin bana tekme tokat girişmesine gerek yok, dengemi bozsun yeter ben zaten anında düşerim. Bir de böyle aynanın karşısına geçip "hadi çalışın" dediğinde Karate Kid havasına girmesem. Resmen kafamda fon müziği duyuyorum. İp atlamaya geçince de Rocky serisini çevireceğim salonda, beklerim. Yazının tepesinde ki resmi de bana ilham versin diye koydum. Zamanı gelince ben de kendime satenden don yaptıracağım. Arkasına da yazdıracağım: yeşil başlı gövel ördek

14 Aralık 2011 Çarşamba

VİSKİ, BÜTÜN BOŞLUKLARIN ANASIDIR.



Size bu satırları mutfakta kahve fincanı kalmadığı için çay bardağına kahve yapmış biri olarak yazmaktayım. Hayır, o kadar pis değilim, sadece ofiste 182 kişi aynı anda Türk kahvesi içince, ofisin kahve fincanı rekoltesinde düşme görüldü. Ama o kadar kötü yapmışım ki kahveyi; telveyi avuçla ağzıma atıp üzerine su içsem daha lezzetli olabilirmiş. Bana annem, arkadaşım, başka arkadaşlarım, iş arkadaşlarım, kuzenlerim, bilumum tanıdık-tanımadık tarafından defalarca anlatılmış ve gösterilmiş olsa da ben Türk kahvesi yapamıyorum. Evet, itiraf ediyorum, yapamıyorum. Hayır, beni istemeye gelirlerse ne yapacağım diye düşünmüyorum. Çünkü birincisi kahve makinesi diye bir şey var (ben bu elimde ki kahveyi de makinede yaptım ama olsun); ikincisi beni istemeye gelen yok. En azından bu önümüzde ki 5 yıllık kalkınma programımızda buna yer yok. Bu, kalkınamayan tarafımız. Güdük kaldı biraz, idare edin.


Normalde ben Türk kahvesi sevmem, aramam, aman olsa da içsem demem ama işyerinde herkesle beraber her öğle yemeği sonrası “hadi bi kaave içelim” diye diye içer hale geldim. Ama hala aramam ve sevmem. Diyorum da, geçenlerde İzmir’de, evde, öğle vakit canım kahve isteyince sevgili Semiş’ten istemiştim, hatırlatırım kendime. Zaten bir keresinde de kendimi yakılmış sigaranın dumanını içime çekerken yakaladım. Basbaya tiryaki olmuşum ben. Pasif tiryaki.

Nargileyi beceremedim ama. Birkaç kere denedim, her denememde boğuldum, dumanını yuttum, boğazım acıdı. Ama elmalısı da acayip kokuyor yahu! İçime çekiyorum ben de. Ulan böyle böyle kafa buluyorum, hadi hayırlısı. İyi yanımda birileri esrar falan içmiyor. Onu da içime çekerdim kesin. Rock’n Coke’ ta (2006) 15 yaşında bir grup velet daire olmuş, sigara çeviriyordu, ben de tam yanlarında ayakta durmuş, hatırlamadığım bir grubun çıkmasını bekliyordum. Bir o zamandan kokusunu almışım ama onu da hatırlamıyorum. Bir de viski içersem film kopuyor, hatırlamıyorum. Yok onu baya baya hatırlamıyorum, tertemiz.

Bir zamanlar gittiğimiz barın (nerden baksan üç yıl olmuştur) ortaklarından birine nasıl hastayım! Ama her zaman ki gibi sadece uzaktan bakıp, o bakarsa da kafamı çevirerek belli ediyorum ilgimi. Hani çocuk bunalmasın diye. O zamanlarda o bar, tıklım tıklım, e biz de müdavim sayılırız. Adam arada geçerken kafasıyla selam veriyor, bana yetiyor. Nasıl olduysa bir akşam onca şeyin üzerine bir shot viski içtim. Ertesi sabah… Ertesi sabah, bir önceki geceden benimle olan kimle konuştuysam bana abuk sabuk şeyler anlatıyor. Yok efendim nasıl o kadar çok midye dolma yiyebilmişim, yok efendim Zafer’le (aha ilk defa isim telaffuz ettim) ne konuşmuşum, yok efendim Zafer’le (blogta telaffuz edilen ilk isimdir kendisi, iyi okuyun) ne güzel dans etmişim. Tabi hepsi yalan! Uydurma! Spekülasyon! Çünkü ben gayet onlarla eğlendim, içtim falan sonra oradan çıkıp evime gittim, yattım uyudum. Zafer nereden çıktı? Adamla bir "meraba, meraba" mız ancak var. Bir olup benimle kafa buluyorlar diyeceğim ama birbirlerinden alakasız yerlerdeler ve görüşemezler. E nasıl aynı şeyleri iddia ediyorlar? Şöyle; etmiyorlar. Viski bende kısmi hafıza kaybına yol açıyor. Evet, ben bütün bir geceyi hatırlıyorum ama viskiyi içtikten sonra sadece Zaferle ilgili kısımları hatırlamıyorum. Onunla viskiden sonra tanışmış olmamıza yanacağım ama büyük ihtimalle viski sayesinde tanıştık zaten. Yani sen 6 ay boyunca uzaktan uzağa adamı beğen, bir gecede hem beraber midye dolma ye hem dans et ama hiçbirini hatırlama. Onun yerine zaten bildiğin ve tanıdığın insanlarla yaptığın gayet sıradan ve önemsiz şeyleri hatırla! Bir daha viski içmek mi? Peehhh! Dedim ama onu da Yaso kırdı. Neyse, o da zamanı gelince anlatacağım başka bir hikaye.









11 Aralık 2011 Pazar

ARAGORN, ÖRDEK YER Mİ?


 Evi 7.katta olduğu halde asansörle 9.kata çıkan, yıllardır gittiği barın sokağını hala ilk seferde doğru bulamayan, mutfağa gidince ilk üç saniye oraya ne almak için geldiğini düşünen bir insandan tabi ki çok sağlıklı kararlar vermesini beklememek lazım. Aslında bence karar vermesini beklememek lazım. Ehliyetimi elimden alıp bana bir vasi atayabilirler mesela. Böylece her şeyin sorumluluğunu da ona atabilirim.
Hakkında konuşmak isteyip istemediğime bir türlü karar veremediğim ve bu yüzden beklettiğim bazı konu başlıkları var. Artık konuşabileceğim bir muhatabı kalmadığı için mecburen kapatılmış konular var. Şahsen çok fena küfretmek istediğim, suratlarına bağırmaktan öte höykürmek istediğim hatta bazlarına basbaya tokat atmak istediğim insanlar bunlar ama işte, bağlantımız kalmadı, yazık oldu. Benim eleman, vasi miydi neydi, o bu işlere de baksa mesela. Şu dizilerde ki baş karakterin en yakınında ki adam, sağ kolu falan olan hani, hah işte tam ondan lazım. Don Kişot'un yanında ki Sanço Panza, Monte Cristo Kontu'nun yanında ki Farria (Ezel'in yanında ki Reyizzz), Hannah Montana'nın babası, Bruce Wayne'in yanında ki Alfred, Tony Stark'ın Pepper'ı falan gibi biri lazım. Sanayiye gidip tornaya versem yaparlar belki çünkü sokaktan bulmak daha zor. Aynı tornacıdan hayatmın erkeği için de: Tony Stark, Aragorn, Mr. Darcy, Behzat Ç. kırması bir şey isteyebilirim ki bu durumda alkolik, sorunlu, aşırı kibirli, çok zengin, malikanesine atıyla giderken kılıcını çekip "saçmalayın la" diye bağıran bir kral soyuyla evleneceğim demektir.
Adam gelip malikanenin kapısını bir hışımla açar, masada ki Bomonti şişesini kafasına diker ve bana dönüp "yemekte ne var la?" der. Ben de kendisine tabakta yatan ördeği işaret ederek "portakallı pekin" var derim. O da olanca kibiriyle bana bir şey demek için ağzını açar, sonra vaz geçer, sonra yine açar, sonra durur. En sonunda beni kolumdan hızlıca kendisine doğru çekerken diğer eliyle masanın örtüsünü masadan çeker. Beni belimden kavradığı gibi hoooop kes! Beyaz dizi romanı gibi oldu ama Postacı Kapıyı İki Kere Çalar'a bağlanmak üzere, duralım.
Ya demek istediğim ki pek bir şey demek istediğim yok aslında, sadece kızgın olduğum şeyler ve kişiler var, o yüzden öyle kendi kendime saçmalıyorum. Hem öyle bir erkekte yok zaten. Ayrıca ben ördek yenmesine karşıyım. O kadar.

8 Aralık 2011 Perşembe

FOTOĞRAFİK TRAVMA

 

Berbat fotoğraflarım var. Şaka yapmıyorum. Çocukken çekilenler hariç.
Annemle babam sağolsunlar beni fotoğraf makinesinden, fotoğraf makinesini benden hiç sakınmamışlar. E bakıyorum da ben de fena poz vermiyormuşum çocukken. Yani bakarsanız burnum bugünkü gibi yüzümün yarısını kaplamıyor ve saçlarımda tek renk. Gözlerim biraz daha iri gibi hatta baya baya güzel bir çocuk bile sayılırım. Ya tamam abartmayalım ama sevimliyim bak, kesin.
Öğretmen kızıyız dedik ya, te üç yaşından itibaren her 23 Nisan ve 19 Mayıs gösterisine annem tarafından maskot gibi taşınmışım. Folklorik kıyafetlerin bini bin para ya da bir para neyse ama hepsinden vahim olan bir 23 Nisan da giydiğim gelinlik. Hani o bayram neyi temsil ediyordum vallahi zerre fikrim yok. Bugün sorsalar "töre gereği çocuk yaşta evlendirilenleri protesto ediyorum" falan diyeceğim ama yani, yanımda da bando şefi çocukla poz vermişim. O da böyle kırmızı üzerine altın sırmalı üniforma falan, yıkılıyor! Bak 30 yaşıma geldim hala beceremem ama orada dudağımda ruj var ya! Duvak muvak her şey tam takım. Bir de büyütülmüş resmim vardı öyle, çerçeveli falan. Yıllarca bizim evin salonunun duvarında asılı durdu. Meğer benim ebeveynler az çakal değil, geleceği görmüşler de demişler: "elimizde ki tek gelinlikli resim bu olacak kesin, doya doya seyredelim." İyi, travma geçirmemişim. Şimdiki çocuklar gibi çürük değildik tabi biz.
Bir de işte "bkz: yazının başlığı" nda ki gibi folklorik olanlar var. Zaten dedim ya hiç sakınmamışlar, albümlerce fotoğrafım var. Zavallı kardeşime gelince de eve sanırsınız kıran girmiş. Yazık veledin, elle saysan bir albüm resmi anca çıkar. Canım benim, halbuki o benden de güzel bir çocukmuş da ailecek kıymetini bilememişiz. Neyse, işte bu folklorik olanlar benim gibi ilkokuldan itibaren halk oyunları denen şeyin içine düşenlerinizin hepsinde vardır kesin. Yok efendim Antep yöresi, yok efendim Manisa efesi derken o toprak saha benim bu çimenlik senin yıllarca oynadık durduk. Bir keresinde testilerimiz gelmedi, ellerimiz öyle havada testi tutar gibisini oynadık ama nedense 35 kişilik kadroda herkesin testisi farklı boyda oldu. (su testisi canım, çarpıtmayalım). E kim elini ne kadar açarsa, ne yapacaksın. Beni en çok sıkan da 19 Mayıslarda kadife kostümlerle oynamak oldu ki isilik dökecektim az kalsın. Ama zevkliydi galiba. Şu prova kısımları hariç. Ya bir de hatırlamıyorum da acaba benim gibi sağını solunu bilmeyen bir kul nasıl ezberledi onca adımı?
Hiç alakasız bir de ilk okuldayken bir sene hentbol oynamayı denemişliğim var. Nasıl sıkıcı, nasıl sıkıcı bir spor, anlatılmaz. Curling kadar değildir ama eminim ben. O bizim evin salonunu süpürmekle eş değer.
Ne diyordum ben, ha fotoğraflar, öyle işte. Saçlarımı savurduklarım, örgülü kurdeleli bağlanmışlarım, koltuk tepesinde, deniz kenarında (ama o zamanlar suya girmekten korktuğum için baya baya kenarında hatta açık ara kenarında) durduklarım falan derken bir dünya resim. En güzeli ben çok feci ağlarken çekilen. Sadist ailem, beni "neden fotoğrafımı çekmiosunuğğğğzzzzzsaşkfd" diye ağladığım sırada fotoğraflamış. Ha ben neden podyuma yeni düşmüş manken gibi resmim çekilsin diye ağlıyormuşum, hatırlamıyorum. Travma geçirmişim, nasıl hatırlayayım, Allah Allah!
Şimdi de ne zaman biri fotoğrafımı çekecek olsa "profilden çekmeyin laynnn!" diye bağırıyorum ama hepsine yetişemiyorum işte.

6 Aralık 2011 Salı

LAF SALATASI

 

 Yahu hadi insanlara ait bir şey öğrenemedin de bu hayattan, kendine ait bir şey de mi öğrenemedin? Kremalı kahve içemiyorsun sen, dokunuyor. Miden bulanıyor, ögh, ağır yağlı bir şey gibi geliyor. Yıllar sonra neden bilmem bir daha denedin ne oldu? Aha da bu oldu. Kendime geleyim diye bir paket balık kraker yedim. Rejim de piç oldu.


Mail icat oldu mertlik bozuldu. Söyleyemediklerimizi yazmak daha kolay geliyor değil mi? Hele bir de telefon mesajları var ki onlar hepten Allahlık! Eğer biri mailinize cevap vermezse kendinizi “hala okumamış olabilir” diye oyalayabilirsiniz ama biri mesajınıza cevap vermemişse bence bir bardak soğuk su için. Size bir haber var: “Yeni gördüm hayatım”; bir yalan. Mesajı görüp, okuyup, yazarım birazdan şeklinde telefonu kenara koymuştur. Ve eğer o adam/kadın, daha sizin adınızın telefonda belirişini görür görmez o mesaja cevap yazmıyorsa; o iş olmaz. Hali hazırda bir işse, biter, yakındır.

Ben de korkumdan ziyade beceriksizliğimden yazıyorum. Çok konuşmanın getirdiği bir deformasyon sanırım. Bir de yıllar var ki gerçekten konuşmam gereken insanların karşısına geçince benim dilim resmen uyuşuyor ya, böyle peltek felan oluyorum. (Üniversitede okurken bi keresinde biri benim gizli peltek olduğumu iddia etmişti. İçinde çok fazla “s” geçen çok fazla kelimeyi artarda söylersem peltek oluyormuşum. Ulan onu kim yapsa peltek olur zaten. Tıslamaktan iyidir) Kafamın içinde kurduğum onlarca güzel cümle çorba oluyor ben de daha net cümlelere geçmeye çalışıyorum. Ama hepsinden kötüsü var ki o gerçekten kötü: çok sinirlendiysem ya da gerçekten çok kırıldıysam, ben konuşurken bir taraftan da gözümden yaşlar akıyor. Evet, biliyorum, bu hakikaten sinir bozucu. Balık burcu olmaktan mıdır nedir, lanet olsun, hazır bekliyor zaten burnumun ucunda. Zamanında yemin etmiştim bir daha da asla bir erkeğin önünde ağlamayacağım diye, zamanı geldi, nefis bozdum. Öyle böyle değil. Yemini Kadıköy’de etmiştim; Taksim’de bozdum. Allah ıslah etsin işte ama ben yine yemin ettim. Kafamda kıra kıra ekmek kalmadı ya! Bu seferde evde ettim nerede bozulacak bakalım.

Şimdi ben niye böyle sinirlendim: ama ben yoruldum bu sabahına başka, akşamına başka adamlardan! Bir karar verin yahu! Ne istediğini bilen adam bulmak bu kadar zor mu diyeceğim evet zor. Bir de derler ki kadınlar ne istediğini bilmiyor. Hadi oradan! Sac ekmeği gibi zart zurt oynuyorlar. E ayıp oluyor ama biraz. Yaşınız gelmiş 30 bilmem kaça. Ben zaten olmuşum 30 ki ama henüz bilmem kaçı yok.

“Her Temas İz Bırakır” da, Behzat Şule’yle tanıştı bir psikoloğun kapısının önünde, benim içim cızzz etti. Mavi saçlarıma bakarken de bazen onu hatırlıyorum. On ton cümle kurdu o da ama işte arada kaynadı gitti söyledikleri. Hadi televizyonda flashback diye bi şey var, hadi kitapta dön geri ne demişti bu diye; o sayfa durur yerinde ama ya gerçekte? Söz uçar, yazı kalır diye yazıyoruz belkide…

4 Aralık 2011 Pazar

BEN GİDEYİM, SEN KAL; OLUR MU?

  Her seferinde ben diyordum ki "ben unutayım ama sen de hatırlatma". Dağınıklığı toplamadan öylece ortasında oturduğun sürece nasıl olacaksa bu. Her seferinde suçu karşıya atmak daha kolaydı çünkü ne de olsa ben unutmak istesem de o "şerefsiz" bana izin vermiyordu. Yalan canım benim, yalan. Unutmak istediğinde karşında ki hep karşında olduğunda bile unutabiliyorsun. Olay sen gerçekten vazgeçene kadar ya da daha doğrusu gerçekten vazgeçmeye karar verene kadar. Karar verene kadar da zaten vazgeç diye elinden geleni yaparlar. Yaptılar. Aman saçmalık işte. Kimsenin bir şeycikler yaptığı yok. Vallahi bak! Bak da kendi gözlerinle gör. Hatta o kadar ki anlatacak bir şey bile yok. Bu sefer ki cümlelerin hepsi noktalı boşluklarla dolu. İstediğiniz gibi tamamlayın işte.
Nasıl olacak da ben yine temizleyeceğim bunca şeyi derken bir sabah uyandım ki, kimsecikler kalmamış. Herkes, herşeylerini almış gitmiş. Geçen gece çok zaman sonra köprüden geçerken çalan şarkıya dikkat ettim, anasını sattığımın radyosu yine aynı şarkıyı çaldı. Sonra kendime baktım ki gülüyorum. Baya baya hem de. Trafik tıkandı, radyo tıkanmadı. Vurdukça vuruyor ama işlemedi bile. Tıpkı aylar sonra barda ki o gece gibi. Masada çakılı kalacağımı zannederdim öncesinde sorsalardı ama ne çakılması ben elimi elinin üzerine bile koydum. Resmen huzurevi rahatlığı geliyor bana bir anda. Bazen de deli cesareti geliyor. Ama onun da sonucu pek iyi olmuyor.
Şimdi sonuca gelelim diyeceğim ama elimizde bir sonuç yok. Gelebileceğimiz tek yer zaten geldiğimiz yer. Sana yüzyüze söylemek isterdim bazı şeyleri ama pardon, sen yüzsüzdün değil mi?
Yok, bu sefer kimse birşey yapmadı kimse merak etmesin. Bu sefer sadece ben "acaba" larımı zorladım, onlarda baya "sağlammış" ki bir hamlede kırıldı. Ayrıca ben artık kimseye soru falan sormak istemiyorum, çok merak eden varsa sorsun ama baştan uyarayım, öyle heyecanlı ve acayip cevaplarım yok. Belki de bazılarına cevabım bile yok. Bu sefer ben gideyim, sen kal; olur mu?

1 Aralık 2011 Perşembe

BUGÜN BİR HALAY BAŞI KOLAY YETİŞMİYOR

 

Bakınız: aylardan Aralık. Şimdi bu ne demek biliyor musunuz? Yıl bitti, yıl, yıl! Bundan bir ay sonra tarih atarken 2012 yazacaksınız. Hani onca film, roman ve dahi Maya takvimine göre hepimizin öleceği yahut acayip bir şeylerin olacağı o meşum Aralık ayı geldi işte. E geldi de ne oldu? Hala tek derdiniz "yılbaşında n'aapcaz?" başlığı değil mi? Valla şahsen ben hiçbir halt yapmayacağım. Zaten aklı olan yılbaşında bir halt yapmaz. Çünkü bir kere giideceğiniz mekan -ki bir mekana gidecek kadar şaşkınsanız aslında size her şey müstehak- size sınırsız içki vaadinde bulunsa da iki saat içinde, daha gece yarısı olmadan içki bitecek ve 2012 ye ne yazık ki ayık gireceksiniz. Sonra içmediğiniz halde dünyanın parasını ödeyeceksiniz. Manyağın biri size takın diye külah şeklinde karton bir şapka ve karton bir maske verecek ki yüksek ihitmalle fıstık yeşili renkte olacaklar, siz verenden daha manyak bir ruh halinde olduğunuzdan onları takacaksınız. Hatta bir de boynunuza, adını bilmediğim o janjanlı ince kağıtlardan kırpıp kırpıp yapılmış otriş gibi yılbaşı süslerinden (ulan hakikaten bunun bir adı yok mu, ne uzun tarif oldu!) takacaksınız Hawaii adasına az önce inmiş gemi yolcusu misali. Resimlerin yarısında gözleriniz bayık ve elbiseniz kayık çıkacak. Kalanlarda da kim olduğundan ertesi gün emin olamadığınız insanlarla yanyana olacaksınız. Su katılmış içkiler içip tamamen psikolojik olarak sarhoş olacak hatta psikolojik olarak alkol komasına gireceksiniz. Kendinizi saat 12 de, bir masanın üzerine çıkmış 10 dan geriye sayarken bulacaksınız. Ayrıca hayır, ökse otu bize ait bir gelenek değil, elalemin kızlarını ot bahanesine sığınıp şapur şupur öpmeyin, saçma oluyor biraz. Eller havaya bir mekandaysanız zaten elinizde tefler, kafanızda kravat, belinizde şal; sahnede ki çok yüksek bir ihtimalle Serdar Ortaç veye kavminden biri ile hönkürerek yeni yıla gireceksiniz. Ki bu, en şuursuz versiyon olsa gerek. Zaten onun sonu masalar arasında ki 30 santimlik alana aldırmadan tey tey halinde halay çekmek oluyor. Ama olsun, bugün bir halay başı kolay yetişmiyor.
Bardaysanız da ya canlı müzik yapan bir grup vardır (zavallılar) ya da bir dj vardır (zavallı). Artık ne çalarsa koy götüne rahvan gitsin, dans eder durursunuz nasıl olsa. Yalnız tekilalara dikkat, bundan 3-4 sene önce ki bir yılbaşında bizi kusturmuştu şerefsiz! (tekilaya dedim ama onlarda shut diye su bardağı verdi neredeyse). Meyhanedeyseniz işniz biraz daha kolay; rakı temiz, meze temiz, ama fasıl yapan abilerin klarneti kulağınız dibinde ve kemanı ense kökünüzde çalma olasılığı var. Bir de herkes kendini Kamuran Akkor yahut Zekai Tunca sandığı için nağmeler biraz fenalaşabilir. Ha unutmadan, hesap kısmında ödeyeceğinize takılmayın nasıl olsa asıl parayı çalgıcılara kaptıracaksınız ve o gecenin dörtte üçü göbek havasıyla geçecek, hazır olun.
Tabi bunların hepsi dışarı çıkarsanız yani dediğim gibi o kadar şaşkınsanız (aptalsanız diyeceğim ayıp olacak) olacak olanlar. Evde kalırsanız, peh, o da ayrı cümbüş. Yazacağım, onu da yazacağım, merak etmeyin. Daha yılbaşına çok var nasıl olsa.